Türk entelektüelleri hesaplaşmıyor. Bu hesaplaşmayı kişi ya da kişisel/ kişilik bağlamında ele almıyorum; eserlerinde hesaplaşma yok; ben olamıyor, biz derken, ben’i de yok ediyor; biz derken, beni de aramıyor; anlamıyor, anlamakta istemiyor ve “kendine ait gerçeği mitos haline” (Daryush Shaygan, Yaralı Bilinç) getiriyor; buna göre, tarih onunla başlıyor ve ben de tarihinin nesnesi oluyorum. Ne zaman ki ben ezberletilmiş tarihin dışına çıkıyorum, o zaman parlayıveriyor.
Türk entelektüelini eleştirdiğinde karşına Türk solu çıkıyor, çıkartılıyor. “Türk solu” ifadesi bana sorunlu geliyor; Türk soluna dipten baktığımda altından “Kemalizm” çıkıyor; oysa Mustafa Kemal, “Kemalizm” denilince korkuyor; Yakup Kadri bir “izm” önerdiğinde, “çocuk” diyor, donarız (Tanıl Bora, Cereyanlar). Benim için sol, Marksizm, materyalizm ve sosyalizm üzerinden değerlendirilmelidir, milliyet üzerinden değerlendirildiğinde o milliyete ait sol aklıma geliyor. Türk soluyla hesaplaşmaya niyetim yok, her zaman, her yerde yazdığım bir şey vardır: Deniz, Mahir ve İbrahim, Türklerin olduğu kadar, yalnız benim değil, pek çok Kürdün değerleridir; Deniz, Mahir, İbrahim’den dolayı, binlerce Deniz, Mahir, İbrahim ismi vardır.
Yazdığım konu tecrittir; solun bunu doğru anlaması, çarpıtmaması gereklidir, bir insanın tecridi insanlığın tecrididir. Western filmlerindeki “dostum” formu artık bitmiştir. Tecritle ilgili yalnız politika değil, kültür sanatta üretmek durumundadırlar.
Tecrit üzerinden toplam Yeni Yaşam’a on yazı yazdım ve bu yazıların üç tanesi entelektüel üzerineydi. Bu yazılardan sonuncusu Türk entelektüelleri üzerineydi, Nazım’ın bir şiiri vardı, tecrit konuluydu, bunun üzerinden bir şeyler düşünebilirdik. Nazım, ne iddia edildiği gibi sol, ne komünist, ne Kürt ve Ermeni dostu ne de enternasyonaldi; Ece Ayhan’ın deyimiyle “sepet gibi gevşek örülmüş bir Cumhuriyet’le, herhangi bir sorunu” olmamıştı, “Kemalistler arası bir savaşın sonucu hapis” yatmıştı; “Cumhuriyet’in çerçevesi ya da ayracı dışında ele alınabilir mi (ydi) hiç.”
Ama yine de Karıma Mektup şiiri üzerinden bir şeyler söylenebilir, bir yere varabilirdik. Prag’a tankla giren asker nasıl ki batılı/ Avrupalı entelektüel için, Rus askeri değil de Dostoyevski’ydi, bugün bir savaş, bir tecrit var. Savaşı ve tecridi entelektüeller durdurabilir. Yoksa şiddetin ortağı, şiddetin sahibi olursunuz. Şunu demekten çekinmem hiç: Efendisi nasılsa uşağı da öyledir (Engels).
Siz bugün yaşayan entelektüeller, yazdıklarıma itiraz edenler; işte üç yıldır süren bir tecrit var, tecridi kaldırın. Bu sizin elinizde, illa da eylem yapın, döviz taşıyın demiyorum, yazı yazın, gazeteleriniz var, TV’leriniz var, sosyal medya hesaplarınız var, dergileriniz var; hiçbir şey yapamıyorsanız, tecridin, savaşın nasıl ruhu yaraladığını bilin, konuşun, Kürtler sizin kadar Türkçe biliyor: Savaş da, tecrit de bitsin deyin. Bunu yapamıyorsanız? Evinizde, eşinize, çocuklarınıza savaşın kötülüğünü anlatın, tecridi anlatın; Dreyfus’u Mandela’yı anlatın, Öcalan’ı da anlatın: “Evvel zaman içinde kalbur saman içinde bir adam vardı, bu adam günün birinde bir adaya kapatıldı.” Öcalan’ı sevmek zorunda değilsiniz, fikirlerini beğenmek zorunda değilsiniz. Bunu da yapamıyorsanız, oturun, sahiden içinizi yazın; içiniz büyük bir hazinedir; farkında değilsiniz roman, şiir, hikâye, tiyatro, siyaset bitmiştir. Türk edebiyatı komşuları içinde en zayıf edebiyattır, etrafınıza bakın, niye zayıfız diye sorun, bunu dert edin…
I- İHBARCILAR
Eleştirilerdeki düzeylerden dolayı çoğunun adını anmayacağım: TKP, Oda TV, Aydınlık Gazeteleri ihbarcı formuyla meseleye yaklaştılar. Bu ağır gelmedi, bunlar zaten ihbarcıydılar. Bir süre sonra üzerimden, kendilerini var etmeye çalıştılar, ağır küfür ve hakaretleri eleştiri saydılar. Dikkatimi çeken bir şey edebiyatçılar sessiz kaldılar, Nazım’ı eleştiriyorsam, bana edebiyatçılar karşılık vermeliydiler. Nazım’ı tartışalım mı? İyi bir şey fark ettim, Nazım’ı savunuyor gibi görünenler, Nazım’ı okumamışlar.
Nazım bağlamında, yazdığım yazıya muhalefet bir derginin sahibi ve yayın yönetmeninden (edebiyat bürokratı) geldi; Semih Gümüş, Twitter hesabından bana aynen şunları söyledi: “Zır cahil bir yazarın utanç verici bir yazısını yayınlamışsınız. Bir şey mi yapmaya çalışıyorsunuz, düzeyiniz bu mu?”
Gümüş’ü azda olsa kitaplarından tanıyorum. Adam Sanat gibi önemli bir dergide yetişmiştir. Şimdi bir dergide söz sahibidir, gelen yazıların dergide yer alıp almamasına o karar verir; iyi dediği hikâye ya da yazı yayımlanır. Bir derginin yayın yönetmeni olmak ona güç vermiştir. Gümüş, ayrıca TİP’li olduğunu söyler, TİP’i benimseyen yazılar yazar. Benimle ilgili attığı twit, bir ibret belgesidir. Ben ona göre zır cahil bir yazarım, utanç verici bir yazı yazmışım. Bunu Gümüş’ün edebiyat anlayışıyla rahatlıkla anlayabilirim; Gümüş, budur bu kadardır. Daha fazla üstüne gitmem, sonuçta insandır. İncitmek istemem. Gümüş çıkardığı dergide benden yazı istemiş bir adamdır, ben yazmam demiştim ama o ısrar etmiştir; konu, Dünya Edebiyatıdır. Bana zır cahil diyen adam “dünya edebiyatıyla” ilgili yazı istiyor. Yazım dergisinde yayımlanmıştır. Gümüş ilginç bir örnektir, bana değil, gazeteyi itham etmiştir, diyor ki, “Bir şey mi yapmaya çalışıyorsunuz, düzeyiniz bu mu?” Senin düzeyin ne?
Nedir bu, bu bir ihbardır. Dil ise, patronun dilidir. Değerli Gümüş, seni af ediyorum, sana acıyorum, sana karşı kin bile beslemiyorum.
İhbarcılar, beni kime ihbar ediyor; soldan gibi görülenler Yeni Yaşam’a, diğerleri, sosyal faşistler beni devlete şikâyet ediyor. Soldan görülenler sansür istiyor, sosyal faşistler devletin beni hapse atmasını istiyor, nedeni ben PKK’liyim, yazdığım gazete PKK’nin gazetesidir!
Bunun ne kadar ahlaksızca olduğunu söylememe gerek yok: İki şey, ilki, diyorlar Yücel, Kürt’tür, onun bir görüşü olamaz, biz onu isteğimiz zaman sileriz, iki kontak, bir tokmak! Sosyal faşistlere göre Kürtlerin bir fikri olmaz, fikir üreten Kürt kesinlikle, onların deyimiyle PKK’yle ilişkilidir, derhal hapse atılmalıdır, susturulmalıdır.
O zaman siz tecride karşı çıkın; Öcalan bir mahkûmdur, devletin denetimindedir ve pek çok kitabı vardır, niye kitapları yayımlanmıyor; mesela Semih Gümüş’ün yayınevi var, politikayla da ilgileniyor, akıl veriyor, o zaman neden Öcalan’ın kitaplarını yayınlamıyor, onun kitapları üzerindeki yasağa karşı çıkmıyor. Dergisinde “Tecrit ve Sanat” konusunu niçin yer açmıyor. Her türlü yasağa karşıyız!
Birde şu: Beni korkutamazsınız, Dostoyevski’nin (Yeraltından Notlar) söylediği gibi belki duvarı yıkacak gücüm yoktur ama önümde duvar var diye boyun eğecek değilim. Nedeni mi, ben kurbanlık koyun değilim, evimin önünde, içinde eşeğim ama kapının önüne çıkınca küheylanım, senelerdir Umberto Eco, kulağıma şu sözü söyler, duyarım: “Basit insanlar kasaplık hayvan gibidir, düşmana sorun çıkarmaya yaradıklarında kullanılırlar, artık işe yaramaz olunca da kurban edilirler…”
II SAĞA SAPMA
Alttan alta yapılan, adımı anmadan yapılan eleştiriler oldu. Bir yazara göre ben sağcıydım, yüzeyseldim, tefekkürden uzaktım, genellemeciydim, sağın repertuarıyla konuşuyordum; farklarla ilgilenmiyordum, aynılaştırıyordum, ağırlığımla yaşamıyordum, sadece içinden geçiyordum, hiç bir şeyi dert etmiyordum, ötesini berisini düşünmüyordum, emeği, alın teri, bedeli değersizleştiriyordum ve kalemim, kelamım güçlü olduğu için de ortalığı buharlaştırma yanında tozu dumana katıp meselelerin keyfini çıkartıyor “hafızasını hiçe sayarak var olmanın imkânlarını da” yaratıyordum: “Koskoca bir zulüm aygıtı orta yerde dururken, “Türk” diye sola, entelektüele, aydına vurmak muazzam bir konfor alanı yaratıyor (dum).” Ekliyor, “ Hele bir de mecra ile söz arasındaki uçurumu kapatmayı hedefleyerek sonuna ezilenin en hassas olduğu konuyu ‘duyarlı’ şekilde koyunca, sağ sapmayı “normal” gösterme kurnazlığı beliriyor ki, neresinden tutsan elinde kalacak bir durumla karşı karşıya kalıyorsun.” Yazının sonu bir Marx’ın alıntısıyla bitiyor, şaka gibi…
Yanıt veriyorum, bir kişiyi sağcı ya da solcu olarak belirleme çok keyfidir, sağ ve solun kriterleri nelerdir? Ben kendimi Türkiye’nin sağına da soluna yakın bulmuyorum, her iki tarafın fikirlerini benimsemiyorum, sosyalizm üzerinden dünyaya bakıyorum, siyasal anlamda da gücüm oranında yazı yazıyorum, bir yazı emekçisiyim. Türklüğü de Kürtlüğü de Marksizm üzerinden konuşmaktan yanayım. Sağ sapma, sol sapma gibi ifadeler yerine daha teorik ya da pratik eylemler üzerinden konuşabiliriz. Sağ, sol nedir? Biri padişahın sağ, diğeri sol gözüdür. Ve Türk entelektüeliyle ilgili bir yazı ya da yorum neden yüzeysel geliyor, dahası Nazım’a değince niye birden ben yüzeysel oluyorum.
Diğer yandan bugüne kadar benimle ilgili bir fikriniz yok, demek ki ben Nazım’dan onun üzerinden Türk solundan söz edince birden “ağırlığımla yaşamayan” birine dönüyorum, yani bugüne kadar iyiydim, şimdi kötü oldum; 55 yaşındayım ve 37 yıldır yazı yazıyorum ama siz yazıyla ilgili değilsiniz, size dokunduğum zaman birden ben bunlar oluyorum, yoksa iyi bir adamımdır; size dokunduğumda da ben “hiçbir şeyi dert etmiyorum, ötesini berisini düşünmüyorum” öyle mi? “Koskoca bir zulüm aygıtı orta yerde dururken, “Türk” diye sola, entelektüele, aydına vurmak muazzam bir konfor alanı yaratıyor.” Böyle diyorsunuz. Bana kaç gündür saldıranlar, tehdit edenler bir konfor alanı, öyle mi? Bir de ekliyorsunuz, “Hele bir de mecra ile söz arasındaki uçurumu kapatmayı hedefleyerek sonuna ezilenin en hassas olduğu konuyu ‘duyarlı’ şekilde koyunca, sağ sapmayı “normal” gösterme kurnazlığı beliriyor ki, neresinden tutsan elinde kalacak bir durumla karşı karşıya kalıyorsun.”
Bana söylediğiniz tefekkürü burada anmam gerek mi? Parlak ifadeleriniz var ama kelimeleri tanımıyorsunuz, onların ruhu vardır. Kelimelerinizle efendiliğinizi ilan ediyorsunuz ama efendi değil, efendiyi taklit eden bir uşaksınız. Yazdığınız yerin kıymetinden deşmeyeceğim, orada belki yüz tane yazı dizim vardır… Ama siz okumazsınız, akıl verirsiniz değil mi? Her konuda haklısınız! Ben sizin dişinize göre budak değilim.
Bir yanda diyorsunuz ki, “mecra ile söz arasındaki uçurumu kapatmayı hedefleyerek sonuna ezilenin en hassas olduğu konuyu ‘duyarlı’ şekilde koyunca,” diğer yandan diyorsunuz ki “sağ sapmayı “normal” gösterme kurnazlığı beliriyor ki, neresinden tutsan elinde kalacak bir durumla karşı karşıya kalıyorsun.”
Mecra dediğiniz kimler; Kürtler mi, Kürtlerin gazete ve dergileri mi? Kürtlerin/ ezilenin hassas olduğu duyarlı bir şekilde ortaya koyan biri, sizin deyiminizle nasıl sağa sapar? Dahası Kürtlere mecra deme hakkını kimden alıyorsunuz? Mecra ile söz arasında bir uçurum da yok; ben yazı yazıyorum, başkası şarkı söylüyor, bir başkası pankart asıyor. Bakın sizi incitmemek için o kadar çok çalışıyorum ki anlatamam, şatafatlı cümlelerinizi yiyip yutacak biri değilim ama yazdığız yer benim evimdir, bu evin de uyumsuzuyum. Şunu bilin artık: Kürtler mecra değil, Kürt basını mecra değildir, ezilenin hassas olduğu konu nedir? Bir de şu: Kürtler ezilen bir halktır edebiyatından vazgeçin. Kürtler direnen bir halktır. Bu direnişi anlatacak değilim. Hassas konuya gelince, niye öyle çekinerek söylüyorsunuz, hassas dediğiniz tecrittir. Hassas, üzerinde konuşulmayacak şey demektir. Tecrit, kafa yorulacak bir meseledir, sadece Öcalan’ın tecritti de değildir burada söz konusu olan, Kürtlerin tecrididir, yüz yıllık tecrididir, bin yıllık tecrididir, tecritten en fazla sorumlu olan kesim de entelektüellerdir, siyasiler bile sonra gelir. Bir de, alttan altta, benim gibi kimselerin Kürt medyasında yazı yazmasının önüne geçmek ister gibi bir hal var kelimelerinizde. Zaten yazı yazmak bir tek sizin işinizdir, değil mi?
Kürtlerle, Türklerin sosyalizm üzerinden konuşacağı çok şey var, bunu heba etmeyin. Yazdığınız yerin bir arşivi vardır; 90’lardan beri bir tarayın, neler yazdığımı okuyun, vurmanız gereken adam, ben değilim, kendinizi vurun; mecra nedir, oradan başlayın, hassası oradan kavrayın, sonra gelin, uçurumu konuşuruz, ama sakın ola ki başınız dönmesin, korkmayın, yanınızdayım…
III ENTERNASYONAL!
Deniz Bakır adında bir yazarın yazısından da söz etmem gerek. Sanırım bu yazı, gazetedeki yazarın tek yazısıdır, sonra bir yazı daha yayımlandı. Bakır iki şeyle eleştiriyor beni: “Sadece Türk halkıyla değil bu topraklardaki ve dünyadaki tüm ezilen halklarla özdeşleşen komünist bir şair olarak Nazım Hikmet’e dönük hakikatten çok kibirden kaynaklanan dili nedeniyle eleştiriyi hak ediyor. İkincisi ise niyetini bir kenara koyacak olsak bile yazı Kürt halkı ile diğer halklar, özgürlük hareketi ile sosyalist hareket arasında iletişimi değil önyargıları besleyen bir tarzı teşvik etmesi nedeniyle bunu hak ediyor.”
Bakır ne yazmayı biliyor, ne okumayı. Nazım’la birlikte diğer Türk entelektüellerini de andım ama herkes gibi Bakır’da Nazım’a takılıyor, hem de en zayıf halkadan. Bakır’a bir şeyler söylemem gerekiyor. Bakır’a göre, “Bazen böyle olur. Bir fikre en büyük zararı ona sahip çıkanlar ya da çıkıyor gibi görünenler verir. O fikri sürekli tekrarlayarak içeriğinden uzaklaştırır, ezbere dönüştürerek kapalı devre, içi boş ama dışı parıltılı bir kabuğa dönüştürürler.”
Bakır’a göre fikre zarar veriyorum; içeriğinden uzaklaştırıyorum, ezbere dönüştürüyorum vs. Ben tecridi yazıyorum, yedi yazım tecridin ne anlama geldiğiyle ilgiliydi, son üç yazım, entelektüelle ilgiliydi. Bakır’ı daha da öfkelendirmem gerekiyor; tecritle, Öcalan’la ilgili bir literatür oluşturuyorum, tecrit sürdüğü müddetçe de Bakır ve gibilerine aldırış etmeyeceğimi söylemek istiyorum. Kibir diyebilir birileri buna, ben ısrar diyorum.
Bakır abartıyı seviyor: “Türk halkıyla değil bu topraklardaki ve dünyadaki tüm ezilen halklarla özdeşleşen komünist bir şair olarak” (anlatım bozuklukları bana ait değil, cümleyi olduğu gibi veriyorum). Nazım, ne Türk halkıyla, ne diğer halklarla ne ezilen diğer halklarla özdeşleşen bir şairdir! Dur. “Ağır ol bay düz yazı, burada şair var.”
Nazım, Mustafa Kemal ve İsmet İnönü’nün, özetle Cumhuriyetin kapı kuludur. Bir yazarın Ermeni, Kürt, Rum halkıyla ilgili yazıp yazmaması onun bileceği bir şeydir, bana göre, şairin iç dünyası her şeyin üstündedir ama ille de meseleyi buradan göreceğiz dersiniz, söylemem gerek; Nazım, Kürtlere, Ermenilere, Rumlara karşı kötü şiirler, kötü romanlar yazmış, kötü imajlar yaratmış biridir; halklar söz konusu olduğunda Nazım, yardakçılığı geride bırakır, dinleyin!
Biz gençken, “Nazım Kürtlerden, Ermenilerden, Rumlardan bahsediyor” diye sevinirdik, otuzlarda yeniden okudum, baktım…
Yaptığım eleştirilerden dolayı Agos’ta yayımlanan bir yazıyı da örnek gösteriyorlar. Yazıya bir kez, iki kez, üç kez baktım. Burada “Ermeniler razı, sen niye razı değilsin” ruhu hakimdir. Entelektüeller, Ermeni meselesini de en azından ahlakıyla düşünün. Aşağıda anacağım ama özetle şu: Türk devleti Ermeni meselesine, Rum meselesine, Kürt meselesine nasıl bakıyorsa, sizin enternasyonal Nazım’da öyle bakıyor. Büyük kötülük ise şu: Artık öyle bir hale geldi ki, sizde farkında bile olmadan öyle bakıyorsunuz. Dinleyin!
IV MİLLİ GURUR
Mustafa Kemal, 1930’da Türk Ocakları Altıncı Kurultayı’nda büyük bir Türk Tarih Heyeti kurulmasını emrediyor. Tarih kitapları bu heyet tarafından alınıyor, okunuyor, çevriliyor ve nihayetinde “Türk tarihinin anahtarları” bulunuyor, okullar için dört ciltlik bir “Tarih” kitabı hazırlanıyor. Türk Ocakları’nın kendini feshetmesinden sonra, 12 Nisan 1931’de Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti kuruluyor; cemiyet, dünyanın yarısını Türk yaparak, Türk tarihini ortaya çıkarıyor. Sonuçlar Birinci Türk Tarih Kongresi’nde açıklanıyor. Kongrede Türk Uygarlık Tarihi, Türk Irkının Antropolojik Yapısı ve Özellikleri, Türk Dili ve Edebiyatı ile ilgili bildiriler sunuluyor. Sonuçta Türk milletinin, uygarlığın ve insanlığın beşiği olan Orta Asya’dan çıkmış beyaz ve ari bir ırktan geldiği, dünya üzerindeki bütün uygarlıkların Türkler tarafından etkilenip geliştirildiği sonucuna varılıyor. Kongrede Eti ve Sümerlerin, Türklerin ataları olduğu, Türkçe’nin de bütün dillerin kökeni, ana kaynağı olduğu ifade ediliyor. Bu görüşler etrafında okullarda okutulmak üzere tarih kitapları yazılıyor, görüşlerin sürdürülmesi maksadıyla Türk Tarih Kurumu’nun kurulmasına karar veriliyor; 1935–36 yıllarında dünya üzerinde kafataslarına göre çeşitli ırkların olduğunu, Türklerin yuvarlak kafataslı ırktan geldiği, uygarlığı dünyaya Orta Asya’dan bu yuvarlak kafalı ırkın yaydığı, yayılan bu Türk insanların gittikleri yerlerdeki temel dili oluşturdukları ana ilkeler olarak kabul eden bir dil ve tarih görüşü savunuluyor. (Dr. Mustafa Ergin., Atatürk Devri Türk Eğitimi., Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi yay., Ankara 1982., s. 126; ayrıca bkz., Enver Zsya Karal, Atatürk’ten Düşünceler., Türkiye İş Bankası yay., Ankara 1956., s., 84- 86; Atatürk., Söylev ve Demeçler., Cilt l., s., 385- 402; Konur Ertop., Atatürk ve Türk Dili., Türk Dil Kurumu yay., Ankara 1963., s. 73- 78.)
Nazım ari mitolojisine bel bağlamıyor, hatta ari ve faşizm arasında bağlantılar da kuruyor; ari düşüncesinin tasallut, yağma, zulüm ve istismar silahı olduğunu ifade ediyor (Nazım Hikmet.,Yazılar 1936/ Tarihin Akışında Irk Nazariyeleri., Adam yay., İstanbul 1998., s., 261- 279). Ancak, tarih tezlerine itiraz etmiyor. Buna rağmen, Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin adıyla bir destan, yazıyor: 1936. Bu tarih garip bir kahramanlık ve kahraman bulma çağı olarak karşımıza çıkıyor. Nazım’ın yazdığı Destanı’nın ilham kaynağı Mehmet Şerafettin Efendi’nin yazdığı bir risaledir; destanın yazılış amacını Nazım, “bu ilahiyat fakültesi müderrisinin sülüs yazısından, kamış kaleminden, divitinden ve rıhından Bedreddin’i kurtarmak” olarak özetleniyor. (Nazım Hikmet., Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı., Adam yay., İstanbul 1998. ) Kurtarılarak elde edilmek istenen ise kültürel ata olan Bedreddin ve Türk’ün milli gururu… Nazım’a göre biz (Türkler) “milli gurur duygusuyla meş’ubuz” ve dahası “tutsak geçmişimizden nefret” ediyoruz. Cumhuriyet idaresinin, “milli gurur” tefrikasına “Bedreddin fikri” can simidi olarak giriyor. Amaç: Kutsal öykü. Bedreddin “kutsal bir mit”tir; mit’in şiirsel ifadesi bir karakterin, bugüne kadar bozulmadan gelmesi anlamındadır ve böyle bozulmamış bir karakter aslında yoktur. Nazım vaaz edilen bir “köylü isyanını” Bedreddin mitiyle geçmiş yaşantılardan bir ahlak üretiyor. Milli gurur köken arama arayışıdır ve bu arayışı canlı tutacak yegâne şey mittir: Ahmet Yaşar Ocak’ın tabiriyle, “tarihi bozma, tarihi saptırmadır” (Ahmet Yaşar Ocak, Zındıklar ve Mülhitler, 1998., s., 136- 200).
Bedreddin için Nazım’ın söylediği tek şey vardır: Milli gurur. Şiirin yazıldığı tarih, 1936, yani milli ve gurur kelimesine en çok ihtiyaç duyulan bir zaman…
Şiirsel olarak da meseleye bakmak istemem, çünkü yavanlığı sevmem, destanları güzel kılan şeyler vardır, aşk gibi… Bir şiirde aşk yoksa o basittir, propagandadır. Bu yüzden, Bedreddin şiiri bana basit geliyor. Bu basitliği ele alabilirim ama yanıt vermem gerekiyor, şiir/ estetik gibi konuları bir yana bırakıyorum. Bir de şu var: Bedreddin yayımlandığında, şiiri göğe çıkartan TKP’liler, iki yıl sonra Dersim soy kırımına onay veriyor; Seyid Rıza’nın devletten bir ricası var, “oğlumu benden önce asmayın.” Müsvedde edebiyatçılar, müsvedde siyasetçiler bu zulmü görmüyor, alkış tutuyor.
Nazım, 1938’de askeri öğrencileri isyana teşvik etmek iddiasıyla “Harp Okulu” ve Ordu’yu isyana teşvik iddiasıyla “Donanma” toplam 28 yıl 4 ay ağır hapis cezasına çarpılıyor. Nazım, aldığı cezalarla ilgili olarak Mustafa Kemal’e bir mektup yazıyor, “milli gururu” yazan adam, yılışıyor: “Cumhur Reisi Atatürk’ün Yüksek katına, Türk ordusunu isyana teşvik iddiasıyla on beş yıl ağır hapis cezası giydim. Şimdi de Türk donanmasını isyana teşvik etmekle töhmetlendiriliyorum. Türk inkılabına ve senin adına and içerim ki suçsuzum. Askeri isyana teşvik etmedim. Kör değilim ve senin yaptığın her ileri dev hamlesini anlayabilen bir kafam, yurdunu seven bir yüreğim var. Askeri isyana teşvik etmedim. Yurdumun ve inkılapçı senin karşında alnım açıktır. Yüksek askeri makamlar, devlet ve adalet, küçük bürokrat, gizli rejim düşmanlarınca aldatılıyorlar. Askeri isyana teşvik etmedim. Deli, serseri, mürteci, satılmış, inkılap ve yurt haini değilim ki, bunu bir an olsun düşünebileyim. Askeri isyana teşvik etmedim. Senin eserin ve sana aziz olan Türk dilinin inanmış bir şairiyim. Sırtıma yüklenen ve yükletilecek hapis yıllarını taşıyabilecek kadar sabırlı olabilirdim. Büyük işlerinin arasında seni bir Türk şairinin felaketi ile alakalandırmak istemezdim. Bağışla beni. Seni bir an kendimle meşgul ettimse, alnıma vurulmak istenen bu inkılap askerini isyana teşvik damgasının ancak senin ellerinle silinebileceğine inandığımdandır. Başvurabileceğim en inkılapçı baş sensin. Türk inkılabına ve senin başına and içerim ki suçsuzum.” (Nazım Hikmet’in Mustafa Kemal’e yazdığı mektup için bkz., Yön Dergisi., 3 Şubat 1967 günlü, 201’inci sayısında yayımlandı. Mektup ile ilgili olarak ayrıca bkz., Dr. Çetin Yetkin., Siyasal İktidar Sanata Karşı., s., 67.)
Bu nedir? Bu yardakçılık değil midir? Devam ediyor Nazım, İnsan Manzaraları adıyla uzun bir şiire başlıyor. Mustafa Kemal’in yerini İnönü alıyor. Nazım, İnönü’den izin alıp destanı yayımlamak istiyor. Nazım’ın ifade ettiğine göre Ali Fuat Cebesoy aracılığıyla İsmet şiirden haberdar; İnönü ve Cebesoy destanı beğeniyorlar. (Nazım Hikmet., Kemal Tahir’e Mahpushaneden Mektuplar., s. 90- 110.)
Destanda İnönü’nün “büyük kahramanlıklar sergilediği” İnönü Muharebesi de var, berbat bir şiirdir: “İnönü meydanı, yavrum/ Rüzgar/ Soğuklar insanı arı gibi haşlıyor/Muharebe beş gün beş gece sürdü/ Kan gövdeyi götürdü. Şiirsellik “yavrum, rüzgar, soğuklar” gibi ilk okul düzeyi sözcüklerle sağlanıyor; şiir, sürdü- götürdü gibi iki kafiyeyle dengeleniyor. Arta kalan kısımda düz yazı egemen ve bu hal doğal olarak yazılanı bir şiir olmaktan çıkartıyor, zorlama kafiyelerle geleneksel halk şiirinin gerisine düşen bir söylem karşımıza çıkıyor; şiir, kolay bir politikanın aracı, anlatım asker mektuplarını andırıyor: Muharebe beş gün beş gece sürdü/ Kan gövdeyi götürdü.
Nazım olanı değil, düzeninin emrettiği kahramanları ortaya çıkarmak istediği açıktır. Kahramanlara karşı destanlarda olan karşıt motifleri de Nazım, Cumhuriyet’in potansiyel “hainler” listesinden alıyor; bu kişi Çerkez Ethem’dir. Manzaraların, “Ateşi ve ihaneti gördük düşman ordusu yine başladı yürümeye” diye başlayan bölümünde Ethem, “dört top ve bin sekiz yüz atlı bir ihanet”tir ve o “bir gece vakti, kilim ve halı yüklü katırları, koyun ve sığır sürülerini önüne katıp düşman” tarafına geçmiştir. (Nazım Hikmet., Memleketimden İnsan Manzaraları., s., 204.) Çerkez Ethem 1920’li yıllarda çevresindekilere “komünizmin tek kurtuluş yolu” olduğunu söylüyor ve bu amaçla Arif Oruç vasıtasıyla Seyyare Yeni Dünya adlı bir gazete çıkarıyor. (Mete Tuncay., Türkiye’de Sol Akımlar.,s., 85. ) Nazım bu adama hain diyor, hain olduğu için hain demiyor, Nutuk hain diyor, o da hain diyor.
Şiirden devam edecek olursam Ethem, bir destan için gerekli olan hain değildir, o, iktidarın yarattığı haindir ve şaire düşen, onu şiire sokmaktır; Ethem, kilim ve halı yüklü katırları önüne katıp düşman tarafına geçmiş bir hırsızdır! Gerçekten öyle midir? Madem ki bir Türk solu var, sola görül vermiş Çerkes soluna bunu bir sorsanıza…
V SÜT KARDEŞLİĞİ!
80’li yılların sonunda, 2000’e doğru dergisinde Mehmet Bayrak’ın “Nazım Hikmet ve Türk Kürt Halklarının Kardeşliği” adlı bir makalesi yayımlandı. Nazım, Kamuran Bedirxan’a Kürt ve Türklerin kardeşliği temelinde bir mektup yazıyor, tarih yok. Söz konusu mektupta Nazım, Kurtuluş Destanı’nda geçen bir türkünün, “Vurun Kürt uşağı namus günüdür” diye başladığını, “Anadolu’daki milli kurtuluş hareketinin yalnız Türkler için değil, Kürtler için de tarihlerinin en şerefli sayfalarından biri” olduğunu söylüyor. (Mehmet Bayrak, Nazım Hikmet ve Türk Kürt Halkları Kardeşliği, 2000’e Doğru Dergisi, 31 Temmuz 1988, sayı, 32. Bayrak’ın konu ile ilgili ayrıntılı bir yazısı da Özgür Gelecek Dergisi’nde yayımlandı, sayı, 2, Ocak, 1988. )
Ancak, kimi sorunlar vardı: Nazım’ın Kürtlerle ilişkilendirilmesinin bir tarihi var. Nazım 1902, Kamuran Bedirxan 1895’te doğumlu; biri süt dişlerini döküyor, diğerinin dişleri çıkıyor, böyle bir sütkardeşliği olabilir mi? Bir kadının süt dişleri yeni çıkan biriyle yedi yaşında dişli bir çocuğu emzirmesi mümkün mü? (Malmisanij, Cizira Botanlı Bedirxaniler, Avesta yay., İstanbul, 2000., s. 186.) Nazım Paşa’nın torunu Nazım ile Bedirxan Paşa’nın torunu aynı anadan süt emmişler gibi simgesel bir kardeşlik işimize yarar mı? Nazım’ın doğum tarihi Selanik, bir yaşındayken buradan ayrılıyorlar. Halep’te iki çocukları daha oluyor. Ali İbrahim ölüyor, Samiye yaşıyor. Ailenin Halep’ten İstanbul’a gelmeleri beş altı yıllık bir zaman dilimini kapsıyor. Kadıköy’deki eve gelmelerinin tarihi 1913. Bu evin bulunduğu sokağı anlatan Nazım’ın yangın diye bir şiiri var, şiir 1914 yılında yazılmış. Yani şiirin yazıldığı tarih (6 Kanunevvel 1330) yani Nazım 12 yaşında. İki yıl sonra anne babası ayrılıyor. Babası Cavide diye biriyle evleniyor. (Hikmet Bey’in Cavide’den iki çocuğu oluyor, Metin ve Fatma Melda. Bkz., Memet Fuat, Gölgede Kalan Yıllar, Adam yay., İstanbul, 1997. s. 603.). Bu kadar “magazin” bilgiyi niçin yazdım, söylemek gerek, Nazım’ın 5- 6 yaşında İstanbul’a geldiğini düşündüğümüzde, Kamuran Bedirxan’ın “bıyıkları” terliyor.
Kimi zaman Nazım’ın Kürtleri görmeyişinin nedeni olarak TKP’nin Kürtlere olan ilgisizliği de örnek verilir. TKP, 1920’de Baku’de yapılan Birinci Doğu Halkları Kurultayı’nda Kürt hareketine karşı, Kemalist rejime yakın durmuştur. İzleyen yıllarda (1925) yayımlanan Orak Çekiç dergisinin altıncı sayısında Kürt isyanı irdelenmiş, (Mete Tuncay., Türkiye’de Sol Akımlar., s., 195). Burada Şeyh Said, başı ezilmesi gereken bir yılan olarak gösterilmiş, Kürt İsyanına karşı hükümet desteklenmiştir. İnsan Manzaraları’nda Kürtler vardır: “Kürtlere kuyruklu derler/ Yalan/ Kuyrukları yok. Yalnız asi, çok fakir insanlar/ Zenginleri de var/ Ama az/ Beyleri. (…) Halil’in üstüne uşaklarını saldırdı Kürt beyleri/ Ve beline inen odunla devrilmeden önce Halil/ Aynı rahatlıkla yardı üçünün kafasını…” Memleketimden İnsan Manzaraları’nın içinde yer alan Ve Hikayeyi Karayılan adlı bölümde adı geçen Karayılan’ın Kürt olduğunu:“Vurun Kürt uşağı namus günüdür” nakaratını, Hikmet’in “baskıları nedeniyle!” “vurun ha yiğitler” yapar, şair!
TKP bahsine girmek istemiyorum ama bu süreçte sıkça karşıma sanki bir belgeymiş gibi Doktor ve Nazım’ın tartışmasını koyuyorlar. Sanki ben Nazım’ı okumamış, anlamamış ve öylesine laf atıyorum. Yok, gerçeği söylüyorum, inanmak sizin elinizde.
Söz konusu tartışma, TKP MK Dış Bürosu’nun 1962 konferans belgelerinde yer alıyor. “Nazım: Mesela Fransız halkı kurtulmadı diye Cezayir halkı kurtulmasın mı? Türk halkı kurtulmadan da Kürt halkı kendi kurtuluşu için savaşabilir. Doktor: Kürt halkı Türk halkının kurtulmasıyla da bağlıdır. Nazım: Evet ama evvel de yapabilir.”
İki kişinin aralarında konuşmaları ayrı, Nazım ve Doktor’un konuşmaları ayrı bir şeydir. Doktorun, Kürtlerle ilgili fikirleri vardır ve bu fikirler bugüne de yansır, Nazım’ın ise bir fikri, şiir ve romanlarına yansımaz. Nazım ve Doktor’un hapiste, ellerini masalara vurarak yüksek sesle başka başka meseleler tartıştığını da bilirim. Kıvılcımlı’nın Kürt meselesine yaklaşımı eskidir. Kıvılcımlı, 1930’da TKP Merkez Komitesi’ne “Yol” adını verdiği ayrıntılı bir rapor sunmuştur. Çalışma kırk altı yıl sonra (1979) yayımlanabilmiştir. Kıvılcımlı’nın İttihat Kuvvet kitabında da (1930’ların şartlarına göre) Kürt meselesi ve Kürdistan açımlanmıştır: “Osmanlı İmparatorluğu içinde Kürdistan, Anadolu’yla bitişikliğiyle, mağrur Acemlerden Türklere geçen yarı bağımsız dere beylikler halinde sarp bir ada gibi kaldı.” Birde şu var, Doktor, Kürt meselesinin ne kadar zor olduğunu bilir: 1971’de Kürtlere, “Mezopotamya çocukları” der. Arada biri, kalkar, “Sen niye Kürtler” demiyorsun diye sorduğunda, şu yanıtı verir: Sıkar.
Bir de şunu sormam gerek, madem ki TKP MK’da bunlar tartışılıyor, niye yetmişlerde Kürt bile diyemiyorlar? Nazım, dedi diyelim, Nazım’ın bu konuda bir yazısı, bir şiiri var mı? Yok, ben bu yok üzerinden, iki hapis arkadaşının tartışmasına kıymet veririm ama buradan bir sonuç alamam: Konuşmuşlar, iyi. Kıvılcımlı’nın tezleri, kitapları var, korkuları, kaygıları var, peki ya Nazım’ın, hiç. Bunu belge diye sunmak utanç vericidir. Biz de kahvede, partide, bahçelerde bir dizi şey konuşuruz… Bana lütfen bir Kıvılcımlı ve Nazım yazısı yazdırmayın… Bana attığınız hiçbir taş başıma değmez, yara vermez, o taşı havada tutar, başınıza vururum ben… Bunu alt alta yazsam, “Nazım’ın kayıp şiiri” diye hepiniz galeyana gelirsiniz…
VII ÖTEKİLER
Entelektüeller yazımdan bir bölüm: Türk aydını seyirci kalır, harekete geçtiği yer, izin verildiği kadardır. Ötekine karşı, iç sesi, iç dünyası yoktur, milli refleksleri vardır. İnsan Manzaraları’nda Ermeniler kurnazdır: “Türklere benzemezler.” Azınlıkların “Kiyef” kapısıyla anılırlar, pansiyonerlerdir. (Yazıda uzun olmasın diye attığım bir iki paragraf vardı, özet: Nazım’ın Yeşil Elmalar (1936) diye bir romanı var. Bu romanda yine kötü yola düşmüş iki kadın vardır, ikisi de ötekidir: Matmazel Roz ve Lüsi).
Nazım dil yasağına karşı değildir:“Eskiden İstanbul’da, Beyoğlu’nda gavur dükkancılar/ Frenkçe de yazarlardı levhalarına/ Bak şimdi, yasak ettiler bunu, iyi oldu/ Türkçe yazmalı, Türkün ekmeğini yiyenler…” Son mısraı biliriz, son mısra devlet- mafya merkezli dizi filmlerde kullanıldı; Osman Sınav’ın kahramanı, esir aldığı bir Kürde şunu söyler: “Türkün ekmeğini yiyenler, ekmeği yediği yerden kurşunu yerler.”
Bana yapılan eleştirilerde bu ifadelerin Nazım’ın görüşü olmadığı, kahramanın görüşü olduğu söyleniyor. Ayıp burada başlıyor, cehalet tavan yapıyor; çocuklara bir şey anlatır gibi anlatayım, şiirde imge diye bir şey var, bazen bunun ne olduğunu biliriz, bazen bu soyutlanır. Türkün ekmeğini yiyenler ifadesinden sonrasını herkes biliyor, burada kahraman devre dışı bırakılıyor. Onu sen söyle diyor, onu ben söylemem; onu sen düşün. Bu ham ekmek ve ağız edebiyatını okuyup aklına sonrası gelmeyen kimse var mıdır acaba? Hiç iyi bir şey yok mu burada; var, o da şu, bakkalından entelektüeline kadar, bir ve bütünler… Kahraman “gavur dükkancılar” diyor. Şimdi ne oldu, “bizim bir Ermeni komşumuz vardı” edebiyatı, iyi yemek yapan bir Rum kadın, o kadar da aşağı çektiler meseleyi…
Diğer yandan şiirde tıpkı romanda olduğu gibi kahramanlar vardır. Ama Türk edebiyatı tip ve kahraman ayrımını bilmez. Nazım’ın kahramanı söylüyor bunları! Bunları edebiyat üzerinden açıklayamam, anlamaz kimse. Erol Taş diyelim, “kötü adamı” oynardı, yolda yürürken ona laf atanlar vardı. Korkaktı, haindi, kalleşti; arkadan vururdu. Yılmaz Güney, ona güvendi diye beyaz perdeye ateş açanlar vardı. Ama bu bir filmdi. Filmin sonunda Güney ve Taş, arkadaştı; senarist, yönetmen onları, öyle oynatmıştı. Nazım’ın şu “ekmeği yiyenler” lafını söyleyen kimlerdir? İnce bir şeydir bu. Nazım ne kadar sevimli sunuyor adamlardan birini:”Bakkal Sefer kokladı gazeteyi/ altın dişleri kayısı gibi tatlandılar ağzında.”
Diğer nokta, söz konusu edilen dil yasağıdır, halk bunu benimsemiştir. Bu adamlar, filmin sonunda ya mahkumdur ya da öyle gazete okuyan kimselerdir, öyle mi? Bu Cumhuriyetin, Nazım’ın resmi ideolojisidir. Nazım eğer ciddi bir edebiyatçı olsa, dil yasağına karşı gelse, bu kahramanları önce dil yasağının kötülükleriyle anlatırdı. Edebiyatta kötü kıymetlidir, özellikle de roman ve destanlarda kötü esas kahraman kadar önemlidir. Mem u Zin’deki kötü, Bekir; Hüsrev ile Şirin’deki Şapur kötülerdir ama biz bu kötüleri çıkarttığımız zaman destan, destan olmaktan çıkar; efendiler, dinleyin, Nazım’ın safça bize yutturduğu şeyler, kendisidir, söz ettiği, dile yasaklanan kimselere de Nazım beyiniz, “gavur” diyor, efendiler! Beni dinlemeyin, kendinizi dinleyin, sinsiliğe dünyanın hiçbir ülkesinde edebiyat denilmez. Gavur demek bin yıllardır bu topraklara yaşayan insanlara ayıp değil midir?
Ermeni Tehcirinden de söz etmem gerek. Nazım’ın Tehcir’i anlatan bir şiiri de vardır, Agos gazetesinde yayımlanan bir yazı üzerinden Nazım’ı övülür. Agos bizim gazetemizdir, zorlukla çıkar, bir abone olun, haftada bir alın ama Agos’la karşıma çıkmayın. Açıkça “Git onları eleştir” diyorsunuz bana. Ayıptır. Ama sizin tavrınızla Nazım’ın tavrı aynıdır.
Agos gazetesi Nazım’ın Ermenilerden söz eden şiirlerini elbette alır, ama bu şiirleri işlemek gerekir. Agos’un verdiği malzemeyi iyi kullanın. Ne diyor acaba Nazım? Bu şiirini okuyalım mı: “Bakkal Karabet’in ışıkları yanmış/ Af etmedi bu Ermeni vatandaş/ Kürt dağlarında babasının kesilmesini/ Fakat seviyor seni/ Çünkü sen de af etmedin/ Bu karayı sürenleri Türk halkının alnına” (Nazım, Yatar Bursa Kalesinde, s. 205).
Şiiri çözümlemeye gerek var mı? Şiirin kahramanı Karabet’tir, bu adam iyi biridir (vatandaş) ama unutmadığı biri vardır, hafıza sahibidir; babası, Kürt dağlarında kesilmiştir. Diğerinin hikâyesi, diğerinin adı yoktur, Türk’tür; şairin kendisidir belki. O da unutmamıştır. Yani Türk ve Ermeniler unutmamışlardır. İkisi şiirin bildirisine göre kardeştir. Neyi unutmamışlardır: “Bu karayı sürenleri Türk halkının alnına.” Kim sürmüştür bu lekeyi? Kürt dağlarında yaşayanlar…
Yani Türk’ün alnında bir leke vardır, bu leke Türk’e ait değildir; bu leke başkaları tarafından alnına sürülmüştür. Yoksa tertemizdir alın!
Bu leke nerde sürülmüştür? Bu leke, “Kürt dağlarında” Türk’ün alnına sürülmüştür. Yani tehcir, İstanbul’da asılan Ermeni entelektüelleriyle başlamamıştır; İstanbul’da, İzmir’de Afyon’da, Samsun’da, buraların dağlarında tecrit yoktur; tecrit Kürt dağlarında olmuştur, burada Karabet’in babasının boğazı kesilmiştir. Kürt dağlarında iması ne anlama geliyor? Bugünün tarih tezi budur: Kürtler, Ermenileri kestiler! Şiirde devlet, devletin emrindeki kimseler yoktur; devletin eliyle camilerde okutulan Tehcir suresi yoktur; tek, Kürt dağlarında kesilen Karabet’in babası vardır. Vicdan, yüzleşme burada anlam kazanıyor ve bize birlikte olduğumuz halklara saygıyı öğretiyor. Biraz saygı!
VIII TOPTANCI!
Sosyal medya üzerinden yapılan eleştiriler de vardı, kimi arkadaşlarım, uzaktan tanıdıklarım ya danıştı ya da birileri anlamadığım öfkelerini sundular. Yazdıklarımla ilgili beklemediğim eleştiriler de oldu. Arzu Demir bunlardan biriydi, yazdıklarımı bu kadar yanlış değerlendirmesine aklım ermedi. Yazının başlığı şöyleydi: “Müslüm Yücel ve toptancılığı, TKP ve Kürt düşmanlığı.”
Nazım’la ilgili söylediklerimi çürüten bir argümanına rastladım. Bu tekerlemeyi de ondan beklemezdim: “Nazım, antiemperyalisttir, komünisttir ve enternasyonaldir.”
Demir’in haklı olduğu bir yer var, kullandığım dil; erildir… Arzu’ya eleştirisinden dolayı teşekkür ederim. Ancak Nazım’ın dili çok mu güzel? “Madrid orospuları” “Keyif kapıları”, “gâvur”, “Fahişe”…
Bağlarken, kendi adıma eleştiriler geliştirmedi, değiştirmedi; yeni bir şey öğrenemedim, yalnızca zaman kaybıydı; iyi ya da kötü eleştiriler, ben haftada bir tecrit yazıları yazacağım, zamanımı boşa harcamayın… Bu son, bir daha size yanıtta vermem.
Kaynak: Bu yazı Nupel'de yayınlanmıştır.