RADİKAL PRES- Benim zindan tarihim ilk başladığında sübyan (çocuk) koğuşları vardı. Gerçi Mamak’ta yoktu. Ah keşke orada da olaydı. Çünkü orada çocukları, büyüklerin darağacına çıkarıp idam ediyorlardı. Son kez zindana düştüğümde şimdi müze olan Ulucanlar’dan “Sırrı Süreyya Önder bu koğuşta yattı” yazan levhayı müze idaresi sökmüştü. Herhalde “kendisi tekrar geldi, levhasına gerek yok!” diye düşünmüşlerdi. Çok da dert etmedim hani, neticede Nobel Müzesi falan değildi yani. İşte ismimizi sildikleri Ulucanlar’da da sübyan koğuşu vardı ama Allah’tan siyasi mahkûmlar da vardı. Çünkü onların rutin dikkati ve otoritesi olmasa bazı zengin mahkûmlar ya da lümpenler o çocuklara tecavüz ediyorlardı. Güzel yurdumuzun ve bir türlü demokratikleşemeyen cumhuriyetimizin tarihinde çocuklara karşı işlenmiş birçok suçtan biri sübyan koğuşudur. Diğerlerini sonra anlatırım. Geçmeden o günün devletlilerinin meseleye bakışında, ‘tecavüz’ün yapı taşlarına konulan harçtan bir şahikayı bırakayım.
“Arkadaşlarım; Bu konuyu bitirmeden evvel bir noktaya daha dokunmak istiyorum; o da sübyan koğuşlarıdır. Bana mektup yazan insanlar, ‘sübyan koğuşlarını görüp de yüzü kızarmayacak, insanlığından utanmayacak insan acaba bu memlekette var mıdır?’ diye soruyor ve diyorlar ki, ‘Bugün birçok sübyan koğuşlarına giren, girdiğinden çok daha ahlaksız olarak, çıkar’.” (Cumhuriyet Senatosu–1/6/1978 tarihli 62. Birleşim Tutanağı)
Ben şimdi TBMM Başkanvekiliyim. Bugün birisi çocukları “girerken ahlaksız / çıkarken daha da ahlaksız!” olarak kodlayan bir herzeyi kürsüde naklettiğinde lafı ağzına tıkardım. Hep “bilinmeyen dilde… (!)” kesilen mikrofonu ben de ilk kez ve hayırlı bir işte kullanmış olurdum.
F Tipi Cezaevlerinde, duvara sabitlenmiş pul kadar monitörden yayın yapan bir televizyon vardır. Çoğu TRT kanallarından ibaret 8-10 kanal yayın yapar. Favori kanalım TRT 2 ve TRT Müzik idi. Gözlük numaram ilerlediği için sadece dinliyordum. İşte bir sabah kulağıma bir ses çalındı. Aylardan şubat mıydı neydi. Dışarıda kuşbaşı Kandıra karı yağmaktaydı. Ekrandaki ses Nuri Bilge Ceylan’ın “Ahlat Ağacı” filminin gösterileceğini söylüyordu.
Şimdi sübyan koğuşu yok ama anaları çile dolduran birçok sabi sübyan için bula bula “onları da analarının yattığı hücrelere tıkalım” gibi güya merhametli ama çokça akılsız bir mekanizma var. Bizler zindanda çocukların da yatıya kaldığını, yayına giren TRT Çocuk kanalından anlıyorduk. Buna karşılık başka bir TRT kanalının yayını kesiliyordu.
“Yarabbi! O gün çocuklar cezaevine gelmese de Ahlat Ağacı’nı bir dinlesem" dedim. Hatta “Çocuklar geleceğine Rahman ve Rahim sıfatınla analarını onlara göndersen ya!” diye ekledim. Sanırım dualarım fazlaca politik bulunduğundan zindan duvarlarını aşamadı. Analar gitmedi, çocuklar geldi ama başka bir TRT kanalı kesildi ve ben size önümüzdeki yazıda, işte o gece dinlediğim Ahlat Ağacı filmini anlatacağım. Bu kadar uzun bir girizgâha filmi kurban etmek istemedim.
Filmi izledikten birkaç gün sonra bir gün “Görüşçün var” dediler. Görüş kabinine girdiğimde, karşımda Nuri Bilge Ceylan, Reis Çelik ve Mehmet Eryılmaz duruyordu. Ben o kadar da polat yürekli biri değilim. Ağlamamak için zor tuttum kendimi. Senaryolar, yeni çekilecek filmler üzerine dolu dolu sohbet ettik. Üçü de kitap getirmişlerdi. Ayrılırken bir isteğim olup olmadığını sordular. Üç koca yönetmene, tıpkı devlet gibi ayağımı vuran ayakkabılarımı verip kızıma iletmelerini istedim. Çünkü kızımın sadece ayda bir kez görüşe gelmesini istiyordum.
Nuri Bilge Ceylan sahnesi dinginliğinde bir ülke tasavvurundan, en kanlı Tarantino sahnesinin içine düşmüştük.
Yeri gelmişken, o zindanda beni yalnız bırakmayan diğer sanatçı kardeşlerimi de anmalıyım.
Barış Pirhasan, Levent Kazak, Berkun Oya, Ahmet Mümtaz Taylan, Olgun Şimşek, Yıldırım Türker, Settar Tanrıöğen, Elif Ergezen, Elif Ayan ve bu ziyaretleri organize eden sevgili Hasan Saltık.
İçlerinden belgesel sinemacı Elif Ergezen’e olan minnetimi ayrıca anmam gerekiyor. Çünkü film anlatılarında yazmayı düşündüğüm iki film var; “Roma” ve “Kız Kardeşler.” Bu filmlere ve birçok belgesel filme cezaevi koşullarında bakmamı Elif Ergezen’e borçluyum. Elif, bu filmlerin önemli sahnelerini fotoğraf kartlarına bastırıp altına da diyalogları yazarak bana gönderiyordu. Belgesel filmlerden, uzun metraj filmlere yöneldiğinde yaklaşık 150-200 fotoğraflık zarflar geliyordu postadan. Sonunda Elif, bu kartların sırası bozulmasın diye, onları iple birbirine bağlayıp göndermeye başladı. İpin bir ucunu hücremin bir başına tutturduktan sonra fotoğrafları hücrenin içinde gezdiriyordum; artık nerede biterse. Sonra bir resim sergisi gibi fotoğrafların önünden sırayla geçiyordum. Ahlat Ağacı için izledim demedim dinledim dedim ya, işte bu iki filmi de izlemedim, baktım. Hatta Kız Kardeşler henüz vizyona bile girmemişti. Emin Alper’e film eleştirisi yazıp gönderdim. Bir gün Cezaevi Müdürü hücreme gelerek bir daha bu filmpostal serisini bana vermeyeceklerini duyurdu. Çünkü cezaevi mektup okuma komisyonu, her birini incelemekten diğer mahkûmların mektuplarına zaman kalmıyormuş. O serüven de orada bitti.
Çıktıktan sonra ne Roma’yı ne de Kız Kardeşler’i izledim. Onlar baktığım filmler olarak çok özel bir yerde kalacaklar.
Çocuklarla başladık, çocuklara borcunu en çok ödeyen büyük usta Yılmaz Güney’e sübyanları da anlattığı “Duvar” filmi için minnetlerimizle bitirelim.
İnişli çıkışlı bir yaşanmışlığın en büyük faydası, sınanmış dostluklardır.
Sınanmış dostlarınız bol olsun.
Bir sonraki yazı Ahlat Ağacı’nda görüşmek üzere.
SIRRI SÜREYYA ÖNDER
YAZI T24 HABER SİTESİNDEN ALINMIŞTIR