SİNAN OK
Türkiye’de evrensel hukuk ilkeleri tam anlamıyla hiçbir dönem egemen olmamıştır. Özellikle söz konusu Kürt, Kürtçe ve Kürdistan’la ilgili meseleler olunca Türkiye’de “ikili bir hukuk” olduğu ve bölgeye yönelik ayrı bir hukukun hep işletildiği ifade edilebilir. Dipnot Yayınları’ndan “Cumhuriyetin 100. Yılında” çıkan “Kürtler ve Cumhuriyet” adlı kitapta, “Hukukun İstisna Halleri ve Temsil” krizi bölümü bu “ikili hukuk(suzluğ)u” birçok boyutuyla ortaya koyuyor. Bölgeye yönelik ayrı bir hukuk(suzluk) uygulandığının ispatı olarak; Takrir-i sükun kararları, Şark Islahat Planı, Umumi Müfettişlikler, Sıkıyönetim uygulamaları ve OHAL dönemleri çoğu zaman sadece Kürt nüfusa yönelik uygulanmıştır. Günümüzde “Geçici Güvenlik Bölgeleri” “Mera-Yayla yasakları” “Eylem-etkinlik yasakları” ve 2016 yılından bu yana 3. Dalgasını yaşadığımız kayyum gaspları bölge illerine özgü bir rejimin yürürlükte olduğunu göstermektedir. Mevcut durumda bölgedeki idari rejim, kurumsal yapı, muhtarlıklar dahil yerel yönetimler anayasal genel ilkelere göre değil hatta OHAL hukukuna göre bile değil KHK’lerle Valilerin/emniyetin inisiyatifine bırakılmıştır. Bölge illerinde Yasama, Yürütme ve Yargı siyasallaşmış, hukuki niteliğini yitirmiş keyfi uygulamalar alanına dönüşmüştür. Bu alanda “tarihin yükünü” tek yazıya sığdırmak mümkün olmadığından başlıktaki iddiamıza dönelim!
Kayyım rejimi neden yasadışı bir uygulamadır? Bu soru salt bir hukuk tartışması bağlamında ele alınmamalıdır ama öncelikle hukuksuzluk ifşa edilmelidir. Aslında konu ile ilgili kamuoyu kayyım rejiminin AKP-MHP iktidarının 2015 yılında başlattığı sürecin bir parçası olduğunu ve genel anti-demokratik sürecin, OHAL’in ve KHK düzeninin bir sonucu olduğunu biliyor.
Kayyım rejimi yasadışıdır çünkü kayyım rejiminin mevcutta yürürlükte olan 12 Eylül Anayasasında dahi karşılığı yoktur. Anayasanın ilgili 127. Maddesi; belediyelerin karar organlarının “seçmenler tarafından seçilmesini” kuruluşları, görev ve yetkilerinin “Yerinden yönetim ilkesine uygun olarak kanunla düzenlenmesi” gerektiğini, belediyelerin “seçilmiş organlarının, organlık sıfatını kazanmalarına ilişkin itirazların çözümü ve kaybetmeleri, konusundaki denetim yargı yolu ile olacağını” , “görevleri ile ilgili bir suç sebebi ile hakkında soruşturma veya kovuşturma açılan mahallî idare organları veya bu organların üyelerini, İçişleri Bakanı, “geçici bir tedbir olarak”, “kesin hükme kadar” uzaklaştırabileceği, ve belediyeler üzerinde “idari vesayetin” olduğu düzenlenmiştir.
Sırayla gidecek olursak; kayyumlar seçmenler tarafından seçilmemiş ve belirlemelerinde halk oyuna gidilmemiştir. Yine kayyımların yerel yönetim ilkesine uygun olduğunu aklı başında hiçbir kişi iddia edemez. Yasadışılığın ayyuka çıktığı başlık “organlık sıfatının kaybedilmesi kararının yargı yolu ile olması gerektiği” bölümdür. Kayyımlar atanır atanmaz, hatta Hakkari örneğindeki gibi yargı kararı beklenmeden fiili olarak seçilmiş veya seçimle belirlenmiş yerel yönetim meclisleri, encümenleri ve başkanlıklar lağv edilmektedir. 2016’dan bugüne kayyım atanan belediyelerde hiçbir yerde yargı kararı ile organlık sıfatına son verilmemiş ama meclislerin çalışması, encümenlerin görevlerini yerine getirmesi “polis-devleti” şiddetiyle engellenmiştir.
Kayyım rejiminin yasadışılığını açığa çıkaran önemli bir anayasal ilke de suçlama iddialarının seçilmiş kişilerin “görevleri ile ilgili olmaması durumudur.” 2016’dan bu yana seçimle görevlendirilen ve kayyımla görevi gasp edilen hiçbir başkana görevi ile ilgili bir isnat sunulmamış veya sunulan isnatlar ispatlanmıştır. Esenyurt örneğindeki “taziye telefon araması” iddiası meselenin ne kadar keyfileşebildiğini göstermek için yeterlidir. İkili hukuk(suzluğ)un somut bir örneği olarak AKP’li bir vekilin aynı sofradaki görüntüsü suç unsuru olmazken (ki bu da çok absürt olurdu) yerine kayyım atanan Prof. Ahmet Özer’in 10 yıl önceki telefonu delil olabilmektedir.
Kayyımların yasadışılığını göstermek için en temel anayasal ilke ihlali “tedbirin geçici olması gerektiği” ilkesinde yaşanmaktadır. 2016’tan bu yana sekiz yılı aşkın bir süredir keyfi bir şekilde uygulanan kayyım rejiminin anayasa da belirtilen “tedbir kapsamında” değerlendirilmesi de yanlış olacaktır. Sadece geçici olma ilkesini ihlal ettiği için değil, kanunla düzenlenmesi gerektiği için de kayyım rejimi uygulaması yasadışıdır. Ruhu ve uygulaması OHAL hukukuna ve KHK’ye dayanan mevcut kayyım rejiminin yasama denetiminden geçmiş bir kanunda, demokratik teamüller içinde yeri olamaz.
Kayyım rejiminin yasadışılığını açığa çıkaran başka bir durum da “tedbirin yargının kesin hükmüne kadar süreceği ilkesidir.” Yargının ne kadar tarafsız ve ilkeli davrandığı tartışmaları bir tarafa bırakabilse dahi geçmiş pratiklerden kesin hükümlerin geciktirildiği ve yıllarca keyfi tutukluluklarla sürecin uzatıldığı bilinmektedir. Geçmiş dönem kayyım gaspları kapsamında görevden uzaklaştırılan Ergani belediye eş başkanı Ahmet Kaya hakkında beraat kararı verilmesine ve başvurusuna rağmen görevine iade edilmedi.
Kayyım rejiminin yasadışılığını alenen gösteren başka bir ilkede “idari vesayet ilkesidir.” Kayyım rejimi idari vesayet ilkesi kapsamında olamaz merkezi hükümetin hiyerarşisi altında bulunan vali ve kaymakamların merkezi hükümetin emir ve talimatları dışında hareket edemeyeceği bilinen bir gerçektir. İdari vesayet çerçevesi kanunla belirlenen bir idari işleyiştir ve keyfiliğe çok az alan vardır. Hiyerarşi ise böyle değil kanun dışında yazılı ve bazen sözlü olarak bile işleyişe imkan sunmaktadır. Maaşını, talimatını ve kariyerini merkezi hükümetin memuriyeti kapsamında alan mülki amirlerin idari vesayetini ortadan kaldıran kayyım uygulaması taammüden hukuk dışıdır. Kayyım valilerin en yolsuzluk yapanı olarak kamuoyuna yansıyan ve yolsuzluğu nedeniyle yerine kayyım atanan Mardin valisi Mustafa Yaman’ın 540 milyonluk yolsuzluğunu “merkezden bağımsız” yapabilmesi hiyerarşi düzeni içinde mümkün değildir.
Kayyım tartışmasını hukukilik ve yasallık bağlamında yapmak “abesle iştigal” gibi gelmiş olabilir. Kürtlerin çok önemli bir bölümü bu gaspın Kürt siyasal hareketinin her şeye rağmen önlemeyen yükselişine yönelik yapıldığını, Rojava sürecinde pazarlık kozu olarak kullanılmak istendiğini, muhtemel bir çözüm sürecinde “bir demokratikleşme adımı olarak” sunulacağını, bir bölgesel rejim olarak kayyım uygulamasının siyasal, toplumsal ve ekonomik etkilerinin ve amaçlarının olduğunu da biliyor. Tüm bu farkındalığa rağmen her seferinde hukukilik tartışması ile başlamak zorunda kalkmak da bu rejimin gayrı meşruluğunu kendi kural, yasa ve ilkeleri ile göstermekle gerekli hale geliyor. Kayyım gaspı yasadışı, hukuk dışı, gayrı meşru, anti demokratik bir rejimin dayatılmasıdır. Kayyımın anti demokrasi boyutları bir yazıya sığdırılamayacağından kısaca bu şekilde ifade etmiş olalım.