MESUT BOR/RADİKAL PRESS
Van’da yaşananlar, Türkiye’nin siyasi ve toplumsal gerilimlerinin karmaşık bir yansımasıdır. 2016’daki darbe girişimi sonrasında AK Parti’nin uygulamaya koyduğu “kayyum” politikası, özellikle Kürtlerin temsil ettiği belediyeler için bir araç haline gelmiştir. Hükümet, bu uygulamayı terörle mücadele ve devletin bekası söylemiyle meşrulaştırmaya çalışsa da, bunun esas amacının Kürt siyasi iradesini susturmak olduğu artık geniş bir kesim tarafından kabul edilmektedir.
2024 yerel seçimlerinde Van’da halkın %55.48 oyuyla seçilen Abdullah Zeydan’ın mazbatasının iptal edilmesi ve sonrasında yaşanan gelişmeler, bu tartışmaların odak noktası olmuştur. Seçim kurulu, Zeydan’ın geçmişteki mahkûmiyetini gerekçe göstererek mazbatayı ikinci sıradaki adaya vermiştir. Ancak bu durum, halkın büyük tepkisi ve protestolarıyla karşılaşmıştır. Yüksek Seçim Kurulu’nun (YSK) itirazı kabul edip mazbatayı iade etmesi, siyasi mücadelenin hukuk alanına nasıl sızdığını göstermektedir. Ancak, Zeydan’a “örgüte yardım” suçlamasıyla verilen 3 yıl 9 aylık hapis cezası, yargının siyasallaştığına dair somut bir örnek olarak öne çıkmaktadır. Askeri tanıkların ve bilirkişi raporlarının aksine verilen bu karar, iktidarın hukuku araçsallaştırdığı iddialarını güçlendirmiştir.
Van halkı, bu süreçte demokratik iradelerinin gaspına karşı önemli bir tavır sergilemiştir. -15 derece soğuğa rağmen belediye önünde nöbet tutarak iradesine sahip çıkmıştır. Gençlerin Demirci Kava mitini sembolize eden ateş etrafında söyledikleri şarkılar ve çektikleri halaylar, Kürt kimliğinin siyasi mücadeleyle nasıl iç içe geçtiğini göstermektedir. Van’ın bu nöbet eylemi, yalnızca yerel bir olay olmaktan çıkıp, Türkiye’deki tüm muhalefet için sembol haline gelebilir ve diğer belediyelere de emsal oluşturabilir.
Bu süreç, Türkiye’de yargı bağımsızlığına dair önemli soruları da gündeme getirmektedir. Zeydan’ın davasında delil ve tanık beyanlarının göz ardı edilmesi, hukukun nasıl siyasi talimatlara esir edildiğini açık bir şekilde ortaya koymaktadır. İnsan hakları örgütleri, 2016’dan bu yana 50’den fazla HDP belediyesine kayyum atanmasını ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) Selahattin Demirtaş kararına rağmen benzer uygulamaların devam etmesini, Türkiye’nin uluslararası taahhütlerini ihlal ettiğini savunmaktadır.
Nöbetin dördüncü gününde, protestoların büyümesi ve farklı kesimlerden destek alması, hükümet açısından bir baskı unsuru oluşturabilir. Ancak geçmişte yaşanan sokağa çıkma yasakları ve sert müdahaleler, olası riskleri gözler önüne sermektedir. Diğer yandan, Kürt diasporasının ve uluslararası insan hakları kuruluşlarının sürece dahil olması, Van’daki mücadelenin küresel bir boyut kazanmasına yol açabilir. Ancak Türkiye’nin NATO üyeliği ve bölgesel dengeler, uluslararası tepkilerin sınırlı kalmasına neden olabilir.
Tüm bu gelişmeler, Türkiye’nin demokrasi ve hukuk devleti açısından en çetrefilli sorunları somutlaştırmaktadır. İktidarın terörle mücadele söylemiyle meşrulaştırdığı adımlar, bazı kesimler için “devletin bekası” olarak görülürken, Kürtler ise bunu siyasi baskı ve asimilasyon politikalarının devamı olarak değerlendirmektedir. Van halkının iradesine sahip çıkması, yalnızca bir belediyenin değil, Türkiye’deki çoğulculuk idealinin geleceğini belirleyecek önemli bir sınav niteliği taşımaktadır.