15 Kasım 2024 Cuma
DOLAR 34.40 ₺
EURO 36.32 ₺
STERLIN 43.67 ₺
G.ALTIN 2,837.49 ₺
BTC 87,998.25 $
ETH 3,083.63 $
BİST 9,420.42

Feyzi Çelik

Feyzi Çelik

ÇÖZÜM SÜRECİ BİR RÜYA MI?

Yayınlama: 18 Ekim 2024 Cuma 16:26 Okunma: 226

Çözüm süreci, Kürt siyasetinin kitleselleşmesinde etkili olmakla kalmadı; 7 Haziran 2015seçimlerinde AKP'nin meclisteki çoğunluğunu kaybettirdi. Bu anlamda çözüm süreci Devlet ve AKP için adeta bir travmaya dönüştü. Çetelerin siyasi ayağı MHP'nin tezleri egemen olmaya başladı. Her ne kadar çözüm sürecinin 7 Haziran 2015 seçim sonuçlarından sonra sona erdiği söylense de çözüm sürecinin bitişi Erdoğan'ın CB olması dönemine kadar geri gider. Kobani olaylarındaki tutumu ile Erdoğan şahsında somut hale gelir. Erdoğan'ın Kobani'yi kast ederek "Ayn El Arab düştü düşecek" sözünün Kürtlerde yarattığı hayal kırıklığının büyük bir tepki haline gelişi karşısında Erdoğan için çözüm süreci Eylül 2014'te zaten bitmişti. 2013 yılında Gezi olayları ve 17-25 yolsuzluk operasyonları Erdoğansız bir dönemi olabileceği varsayımı Erdoğan’ı devletin “zinde güçleriyle” yeni bir ittifaka zorlamış olabilir. Erdoğan önce Cumhurbaşkanı sonrasında Başkanlığa doğru bu ittifakla gidişi onun için çözüm sürecinin sürdürülebilirlik koşullarını ortadan kaldırmıştır.


Öyle yansıtıldığı gibi çözüm sürecinin Demirtaş'ın "Seni başkan yaptırmayacağız" sözüyle bir ilgisi yoktur. Demirtaş bunu söylemekle çözüm sürecinin Erdoğan'ın başkanlığı ile irtibatlandırılmasına karşı çıktı. Başkan olan Erdoğan'ın Anayasa ve hukuku ne denli askıya aldığı pratik olarak görüldü. AKP içinde darbe yapılarak Erdoğan yerine başbakanlığa atanan Ahmet Davutoğlu kullanışlı bir aparat gibi "süreç varmış" izlenimini vererek ileriki günlerdeki şiddet sarmalının koşullarını oluşturdu. Kamu düzeni bozuluyor diyerek Tahir Elçi'nin katledilmesiyle birlikte Kürtlük bilinci en yüksek şehirlerinde katliam ve yıkım uygulandı. İşlevini yerine getiren Ahmet Davutoğlu tasfiye edildi. Darbe bahanesi ile Kürt siyasetine açılan savaşın boyutları göz önündedir. Erdoğan'a göre "Kürt sorunu" diye bir sorun yoktur. O, kendisine göre Kürt sorununu hallettiğini düşünmektedir. Sırf bu açıdan bakıldığında Erdoğan'ın gündeminde 2013-2015 anlamında bir çözüm süreci düşüncesi yoktur.


Erdoğan'ın Hukuk politikaları kurulu sorumlusu Mehmet Uçum, "Yumuşama, normalleşme, tokalaşma hangi tutum ve dil referans verilirse verilsin, Türkiye’de ne önceki uygulamaya benzer ne de yeni versiyonla bir çözüm süreci olmaz, olamaz. O süreçler geçmişte kaldı, tarihe mal oldu.” diyerek bu tutumu teyit etmiştir. Yine "15 Temmuz Darbe Girişimi’nden sonra uygulanmaya başlanan siyasi ve askeri stratejilerin yumuşatılmasının mümkün olmadığını”  ekleyerek otoriterleşme ve sertleşmenin devam edeceğini ifade etmiştir. Uçum'un bu sözleriyle iktidarın ekonomik, şiddet ve ideolojik aygıtlarının sözcüsü olduğunu bir kez daha dile getirerek Erdoğan'ın pratik dili olduğunu da göstermiş oluyor. Bu anlamda çözüm sürecinin olmayacağını da öğrenmiş oluyoruz. Bazı kesimler Türkiye'nin Ortadoğu'daki bazı dayatmalar karşısında çözüm sürecini hayata geçireceğini düşünüyorlarsa da bu görüşlerin doğruluk payı oldukça zayıftır. Tam tersine Türkiye Ortadoğu'daki yeni gelişmeler daha fazla otoriteleşecek ve sertleşme stratejisi daha fazla etkili olmaya başlayacaktır. Hükümetin anti-İsrail söylemi yeni pazarlıklarla anti-Kürtlük politikasına dönüşebilir.  


Öcalan’ın Rolü


2013 Çözüm sürecinin ana aktörü Öcalan olsa da fiziki ve hukuki durumu rolünü oynamasını imkânsız hale getirmesi onun rolünü politik ve pratik olarak oynayacak parti ve pratik liderliği zorunlu hale getirdi. Bu zorunluluk HDP'yi parti, Demirtaş'ı da pratik lider olarak doğurdu. Bazıları kötü niyetlerle bunu Demirtaş sanki Öcalan'a alternatif gibi göstermesi doğru değildir. Demirtaş kendisini Öcalan'a alternatif lider gibi gösterenlere karşı çıktı. Birçok platformda bunu dile getirdi. Erdoğan "Edirne'deki İmralı'dakine hesap verecek" diyerek asıl niyetinin her iki Kürt liderliğinin tasfiyesi veya birbirine kırdırma olduğunu ortaya koydu. 1 Ekim Meclis açılışında Bahçeli'nin DEM Parti grubuna gelerek DEM Partili yöneticilerle tokalaşması bir çözüm süreci var mı yok mu tartışmasının yaşanmasına neden oldu. Özellikle CHP yanlısı medyada böyle bir algı oluşturulmaya çalışıldıysa da Bahçeli en son grup konuşmasında Öcalan'a "örgütünü tasfiye edeceğini tek taraflı ilan etsin." çağrısında bulundu. Bu çağrıda Öcalan'ın muhatap alındığı izlenimi verilmeye çalışılsa da  Öcalan kurucusu ve lideri olduğu parti ve Kürt Siyasal Hareketi ile ilişkisi görmezlikten gelinmiştir. Mutlak bir tecrit altında tutulan ve serbest bırakılacağı konusunda kendisine "umut hakkı" tanınmayan birine böyle bir çağrı yapmak birinden imkânsız olan bir şeyi yapması isteğinden başka bir anlama gelmez. Çözüm sürecinde Öcalan, "konu benim özgürlüğüm değil, dışarıda özgürlük olmadan benim özgürlüğümün bir anlamı olmaz." diyerek tutumunu ortaya koymuştu. Bir anlamda Öcalan'a imkânsızı yap! Diyor; Ondan, yüksek hızla koşan atı durdurmadan binmesi isteniliyor. O atı durdurmak o kadar kolay değilken, bir de ona binmenin zorlukları ortadadır. At durmayınca, ata da binilmeyince de suçlu da o ata binmesini isteyenler değil de, ata binemeyen şimdi de suçlu ilan edilince, gerçek niyetin ne olduğunu siz düşünün tıpkı iyi bir yüzücüyü içinde yeterli su bulunmayan havuzda yüzmeye zorlamak gibi. Bir zamanlar aynısının yapılması Filistin Halkının lideri Arafat'tan da istenilmişti. Arafat koşan atı yakalayamadığı gibi düşmanları tarafından zehirlenerek öldürüldü.


DEM Parti Eş Genel Başkanı Tuncer Bakırhan, Devlet Bahçeli’nin Öcalan çağrısına “Çağrının muhataplarına ulaşması için Öcalan üzerindeki tecridin kaldırılması gerekiyor” şeklinde  cevabı DEM Parti’nin oynanmak istenen oyunun farkında olduğunu gösteriyor. Bu açıklamadan sonra Efkan Ala ve Mehmet Uçum’un “çözüm süreci yoktur” demiş olmaları hükümet için adeta bir samimiyet sınavı olmuştur. Her ne kadar DEM Partili Meclis Başkan vekili Sırrı Süreyya Önder “barış” çağrı ve dilekleri nedeniyle Erdoğan ve Bahçeli’ye meclis başkan vekili sıfatıyla teşekkür etmişse onların bu söylemiyle “onurlu bir barışın” gelmeyeceğinin de farkındadır.      


Çözüm süreci aynı zamanda Kürt siyaseti için gerekli olan pratik liderlik ihtiyacı için Selahattin Demirtaş gibi bir liderin çıkışmış olmasıdır. Erdoğan buna hiçbir zaman tahammül etmemiştir. Demirtaş’in varlığını kendi iktidarı için tehlike olarak görmekle kalmamış, intikam hırsıyla ona yaklaşmış, bu yaklaşımından geri adım atmamıştır.


Ne Türk ne de Kürt toplumunun “oyalama ve beklenti içine sokularak” çözüm getirilebileceğine inanç ve güveni kalmamıştır. Siyasi karar vericilerin kendi kitlelerini beklenti içine sokmalarının neyle sonuçlandırıldığının örnekleri unutulacak cinste değildir. 2013-2015 döneminde sorun, örgüt/hükümet çerçevesinde ele alındı. Akil adamları kısa sürede devre dışı bırakıldı. Üçüncü bir denetim gücü de yoktu. Denetim veya izleme ne denilirse denilsin, bunun hukuksal çerçeveden yoksunluğu da ayrı bir garabet olarak duruyordu. İki liderin "sözüne" güven ve bağlılığın temel alınması en büyük zorluktu. En önemlisi sürecin tam teşekküllü yasal çerçeveye kavuşturulması sağlanmadı. Öcalan’ın bu konudaki uyarıları dikkate alınmadı.  


Bundan Kürt hareketi de zarar gördü. Bu dönemde Kürt Siyasal Hareketi enerjisinin büyük bir bölümünü  buraya kanalize etti. Bu da siyasi karar vericileri dışarıda bıraktı. İnisiyatifsizlik gelişti. İnisiyatifsizlik hareketsizliği, hareketsizlik Kürtlerin siyasi mekanizmalarını işlemez hale getirdi.  


Sonuç olarak Öcalan tek başına açıklama yaparsa bunun pratik bir sonucu olmaz. K Siyasi Hareketi içindeki ilişki karmaşık gibi görünse de lider veya kadroların tutumu başlı başına yeterli değildir. Ne olursa olsun seçimlerde yüzde onun üzerinde oy almış ve oyunu yüzde on beşleri aşabilecek bir politik hareket söz konusudur. Onu harekete geçiren dinamiklere yeni dinamikler katılmıştır. Coğrafi ve sosyolojik yaygınlık da göz önünde bulundurulursa ne Kandil ne de Öcalan tek başına DEM Parti’nin politikasına etki edemez. Her bir alan, lider veya kadroların diyalektik etkileşimi dikkate almayan yorum ve görüşlerin bir geçerliliği yoktur. Her iki taraftan biri diğerine yerine getirmesi imkânsızı yapmasını istemeye devam ediyor. Bu da işi zora sokuyor. Hükümet tarafı, PKK'den silahı bırakmasını, Kürt tarafı Öcalan üzerindeki tecridin kaldırılması ön şartını ileri sürüyor. PKK’nin silahlı, Öcalan’a tecrit uygulanmasının neden değil, sonuç olduğu gerçekliği ıskalanıyor. Siyasetin bu açmazdan kurtulması gerekiyor. İyimser yaklaşımlarla çözümün gelmeyeceğinin olumsuz sonuçları ortadayken “çözüm süreci” söylemleri rüya ve hayal olmaktan öteye gidemez.