NAMIK KEMAL DİNÇ/ARTI GERÇEK 
 
 

“Kürt meselesi, bizim yani Türklerin çıkarlarına olarak da katiyen söz konusu olamaz”.

Bu cümlenin sahibi cumhuriyetin banisi Mustafa Kemal’dir.

16-17 Ocak 1923’te Lozan görüşmelerinin kesintiye uğradığı bir zaman diliminde gerçekleşen İzmit Basın Toplantısı’nda Vakit Gazetesi Başyazarı Ahmet Emin Yalman’ın sorusunu cevaplarken dile getirmiştir.

Ahmet Emin Yalman, “Kürt meselesine temas buyurmuştunuz. Kürtlük meselesi nedir? Bir iç sorun olarak temas buyurursanız çok iyi olur” diye sorar.

M. Kemal, Kürtlük meselesini “Türklerin çıkarına bir mesele olamaz” diye söze girdikten sonra; Kürtlerin çok az yerde yoğunluk oluşturduğunu, Türk unsuru içerisinde yoğunluğunu kaybettiğini, bir sınır çizilmeye kalkıldığında Türklüğü ve Türkiye’yi mahvedeceğini iddia eder. Devamında ise 1921 Anayasasına atıfta bulunarak Kürtlerin çoğunluğu oluşturduğu livalarda muhtar (özerk) olarak kendini yönetebileceği formülünü ileri sürer. 

Lozan’ın imzalanmadığı, Musul gibi Kürt meselesini doğrudan ilgilendiren bir sorunun görüşmelerin kesintiye uğramasına sebep olduğu bir koşulda zikredilen bu sözlerin devamında “Türkiye’nin halkından bahsederken onları da (yani Kürtleri de) beraber ifade etmek gerekir”, yoksa “kendilerine ait bir sorun yaratmaları daima mümkündür” der.

Yani etnik-ulusal bir mesele olarak her daim ortaya çıkma potansiyeline karşı isimlerini zikrederek, varlıklarına ve haklarının tanınacağına vurguyla teskin edilmeliler diyor. Devamında da mealen "TBMM’deki Kürt vekiller Türkler gibi yetki sahibidir ve kader birliği yapmışlardır, bu oluşum müşterek olduğu için ayrı bir sınır çizmek doğru olmaz" der. Geçmeden söylemek gerekir ki, bu “yetki sahibi Kürt vekillerin” çoğunluğu bu konuşmadan iki buçuk ay sonra, 1 Nisan 1923’te feshedilen meclisin ardından bir daha parlamentoya ayak basamayacak, M. Kemal tarafından tasfiye edilecektir.

Mustafa Kemal’in İzmit Basın Toplantısındaki bu sözleri barış için tarihsel arka plan arayışına giren Kürtler tarafından sıklıkla referans olarak dile getirilir. Ama iki şey ne hikmetse gözlerden kaçar: Birincisi, Mustafa Kemal’in açıklamalarının bütününü analiz etmek yerine muhtariyet hakkındaki cümlelerin öne çıkarılmasıdır. İkincisi ise başlığa koyduğum ilk cümlenin es geçilmesidir.

Mustafa Kemal daha ilk cümlede Kürt meselesini Türklerin aleyhine bir mesele olarak tanımlamak suretiyle hiç de eşitlikçi, demokrat ve özgürlükçü bir zaviyeden meseleye bakmadığını gösterir.

Kürt meselesi Türklerin çıkarına olamayacağına göre Kürtlerin hanesine yazılacak her hak Türklerin zararına olacaktır diye düşünüyor. Nitekim cümlenin devamında yaptığı açıklamaya bakılacak olursa düşünce sistematiğinin Kürtler söz konusu olduğunda hep böyle işlediği anlaşılır.

Kürtlerin pek az yerde yoğunluk oluşturduğunu söyleyerek; sanki kendilerine ait, hâkim bir coğrafyaları olmadığını ima eder. Oysa tedrisatından geçtiği Osmanlı’nın askeri okullarındaki coğrafya kitaplarında Kürdistan coğrafyası, kentleri ve tarihi hakkında eğitim almışlığı da vardır. 

Hâlâ Kürtlerin “idare edilmesi” gereken bir dönemde bu cümlelerin kurulduğu unutulmamalıdır. Lozan ve cumhuriyetin ilanının ardından Kürtlerin halk olarak inkârıyla birlikte Kürdistan tabirinin yasaklandığı düşünülecek olursa; "Kürtlük için bir sınır çizmenin zorluğu, Türk çoğunluk içinde yoğunluklarını kaybettikleri ve iç içe geçtikleri" yönündeki vurguların 1924 sonrası inkâr söylemine zemin hazırladığı pekâlâ iddia edilebilir.

Mustafa Kemal’in, Şemsettin Sami’nin Kamûsü’l-a’lâm’ını okumadığını düşünemeyiz. Bu ansiklopedik eserin Kürdistan maddesinde boylam ve enlemleri dâhil bütün coğrafik özellikleri ayrıntılı bir şekilde anlatılmaktadır. Kürdistan şehirlerindeki nüfus oranlarının da yer aldığı ansiklopedide ağırlıklı nüfusun Kürtlerden oluştuğu açık bir şekilde yazmaktadır.

Mustafa Kemal konuşmasında sınır çizmenin kolay olmadığını söyler ama Kürtleri ikiye, üçe bölen anlaşmalara imza atmaktan geri durmaz. 20 Ekim 1921’de Fransızlarla imzaladığı Ankara Anlaşmasıyla Kürdistan’ın bir kısmını Suriye adı altında Fransızlara bırakmakta bir beis görmez. Aynı şekilde 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Antlaşmasıyla Kürdistan’ın bir diğer kısmını Irak adına İngilizlerin mandasına bırakır. Her ikisinde de Kürtlerin hilafına yapar bunu.

Anlaşmaların içeriğinde Kürtler lehine bir maddenin yer almasını bırakın, isimleri dahi geçmez. İki anlaşmada da oralarda yaşayan Türkmenlerin (nicelik açıdan çok daha cüz’i bir nüfusa sahip olmalarına rağmen) kimliklerinden kaynaklı haklarının garanti altına alınması için müzakereler yürütülüp maddeler konulurken, Kürtlerin esamisi bile okunmaz. Ama kader birliği yapıldığı, sınır çizmenin mümkün olmadığı söylenir.

Gelelim muhtariyet meselesine! 20 Ocak 1921’de kabul edilen Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun (1921 Anayasası) muhtariyete imkân tanıyan maddeleri uygulandı mı acaba? Nisan 1924’e kadar yürürlükte kalan 1921 Anayasasının Kürtlerin çoğunlukta olduğu yerlerde uygulandığına ilişkin bilgi var mı? Elbette ki yok. Ama bir bilgi vereyim; Koçgirililer bu muhtariyetten yararlanmak için birkaç kez girişimde bulunmuş ama aldıkları cevap o kadar ağır olmuş ki, yüzyıldır yas tutmaya devam ediyorlar. Sonrasında 1924 Anayasasıyla içine girilen sürecin; tekçi ve merkeziyetçi politikaların neye mal olduğunu bugüne kadar yaşayarak gördük.

Kıssadan hisse

Devletlû erkân Kürt meselesinde o günden bugüne sarih olmayan muğlak bir dil kullanmaya devam ediyor. Uzun cümleler içerisinde, her yöne çekilebilecek yorumlara müsait bu dilin tercihi; sorunu çözmek isteyen değil belirsiz bir zamana havale etmek isteyen, hep güç dengelerini kollayan, ilkelere ve hakkaniyete göre değil çıkarlarına göre hareket eden bir aklın ürünü.

Kürtlerin kimliklerinden kaynaklı haklarını tanımanın Türklere zarar vereceğini düşünen bu akıl, anti-Kürt nizam inşa ederek var olabileceğine karar verdi ve 1923 sonrasında bu doğrultuda hamleler yaptı. Kürdün, Kürtçenin ve Kürdistan’ın yok edilmesi anti-Kürt nizamın en birinci göreviydi. Bu temelde bir kimliği değersizleştirmek, önemsiz ve gereksizmiş gibi göstermek, dilini unutturmak, kültürünü yağmalamak, tarihsiz ve kültürsüz gibi lanse etmek için sınırsız bir çaba harcadı. Bir asırdır süren çatışmanın neşet ettiği yer de burasıdır.

Yüzyıllık beyhude çabanın ülkeyi getirdiği yer herkesin malumu. Yüzyıl sonra Ortadoğu’da taşlar yerinden oynarken, “kritik bir eşikteyiz, gelin ey Kürtler birlik beraberlik içinde hareket edelim” diyen devletlû zevatın öncelikle şu muğlak, ezop dilini bir kenara bırakması lazım. Kurulan her muğlak cümle, üst perdeden Kürtleri “çocuklaştırarak” yapılan her konuşma güvensizliğin ve samimiyetsizliğin ifadesi olacaktır.

Bitirirken söylemek isterim ki, Türkiye’nin kurucu ataları yüzyıldır sürmekte olan bu meselenin birinci dereceden müsebbibidirler. Zor günlerde birliğe davet ettikleri Kürtleri kendileriyle eşit görmedikleri ve haklarını tanımaya razı olmadıkları için bunları yaşadık. Bugün kurucu ataların yaptığı hatalarla yüzleşmeden Türkiye’nin yol almasının imkânı yoktur. Kürt meselesinde kurucu ataların inşa ettiği anti-Kürt nizam kalın duvarlarıyla hala bir engel olarak durmaktadır. Mustafa Kemal’e referansla Kürtleri “iç cephe” etrafında birliğe davet edenlerin acaba anti-Kürt nizama dair söyleyecekleri sözleri var mı?


(1) Mustafa Kemal’in soruya yanıtı şöyle olmuştur: “Kürt meselesi, bizim yani Türklerin çıkarlarına olarak da katiyen söz konusu olamaz. Çünkü bildiğiniz gibi, millî sınırlarımız içinde var olan Kürt unsurlar o şekilde yerleşmişlerdir ki, pek az yerlerde yoğundur. Fakat yoğunluklarını kaybede kaybede ve Türk unsurunun içine gire gire öyle bir sınır doğmuştur ki, Kürtlük adına bir sınır çizmek istersek Türklüğü ve Türkiye’yi mahvetmek gerekir. Faraza, Erzurum'a kadar giden, Erzincan'a, Sivas'a kadar giden, Harput'a kadar giden bir sınır aramak lazımdır. Ve hatta, Konya çöllerindeki Kürt aşiretlerini de nazarı dikkatten hariç tutmamak lazım gelir. Dolayısıyla başlı başına bir Kürtlük düşünmektense bizim Teşkilât-ı Esasiye Kânunu (1921 Anayasası) gereğince zaten bir nevi mahalli muhtariyetler (özerklik) oluşacaktır. O hâlde hangi livanın halkı Kürt ise, onlar kendi kendilerini muhtar (özerk) olarak idare edeceklerdir. Bundan başka Türkiye’nin halkı söz konusu olurken, onları da beraber ifade etmek gerekir. İfade olunmadıkları zaman, bundan kendilerine ait sorun yaratmaları daima mümkündür. Şimdi Türkiye Büyük Millet Meclisi, hem Kürtlerin ve hem de Türklerin yetki sahibi vekillerinden oluşmuştur ve bu iki unsur, bütün çıkarlarını ve kaderlerini birleştirmiştir. Yani onlar bilirler ki, bu müşterek bir şeydir. Ayrı bir sınır çizmeye kalkışmak doğru olamaz.”

(2) Osmanlı Kürdistanı, Kürdoloji Çalışmaları Grubu, bgst yayınları, 2011 İstanbul.