FIRAT AYDINKAYA

 

Ziya Gökalp’in kendisinin de tahrir heyetinde yer aldığı Genç Kalemler neşriyatının Temmuz 1911 sayısında Ömer Seyfettin şöyle yazmıştı: “Türkiye’deki kuvvetli gençlik bilir ki, “Sulh” ve “Asayiş” muhabbeti kendisi için ölümdür. … Harbi seven milletler itila etmiş, hatta biraz olsun sulh ve sükun için ham hayaller beslemiş olan kavimler, hemen mahv û perişan olmuşlardır.”(1) Türkçülüğün kurucu tarihinin de teyit ettiği üzere, savaşların, gerginliklerin, alt-üst oluşların ezen milliyetçiliğin organik yakıtı olduğunu bugün itibariyle daha iyi biliyoruz.

Tam da bu sebeple şu son zamanlarda Türkçülüğün merkez şubesinin ruhsatını elinde bulunduran parti liderinden, Kürtlere dönük sıcak mesajları duymak şüphesiz istisnai bir duruş ve beklenmedik bir sürpriz sayılabilir. Türkçülüğün tarihini bilmeyenlere bu mesajla vasat ve fazlaca mugalata gelebilir ancak mesajlar eğer somut bir projeye evrilirse şüphesiz tarihsel kırılmaların miladı da olabilir. Bu sebeple ciddiyetle ve ehemmiyetle tartışılmayı hak ediyor. Bana kalırsa hassaten de şu süreçte anti kolonyalizmin kakofonik popülizmine kapılmak yerine, tarihsel aktörlerin konumlanışını dikkatle izlemek hayati bir mesele.  

Her şeyden önce Bahçeli’nin dipçik destekli sulhperver mesajlarının bir ölçüde Ömer Seyfettin’in, savaşmayı, varoluşun koşulu haline getiren felsefesine şimdilik kaydıyla şerh koyduğunu görüyoruz. Türkçü liderin, Ziya Gökalp üzerinden Kürtlerle iletişim kurmayı düşünmesi de keza ilgi çekici. Peki ama bir tür kurtarıcı ve hatta kurucu mit olarak piyasaya sürülen Ziya Gökalp’in felsefesi biz Kürtlere ne vaad ediyor?  

Filmi geriye sarıp geçmişe bakmakta fayda var. İstanbul’un kasvetli bir sonbahar gününde hayata gözlerini yuman Ziya Gökalp, henüz 48 yaşındaydı. 25 Ekim 1924 tarihinde son nefesini verdiğinde, çok yakından tanıyanlar dahil hiç kimse onun ölümünün yüzüncü yılında bir “barış elçisi” olarak tarihe geri döndürüleceğini tahmin edemezdi. Edemezdi, zira bütün teorik haşmetine rağmen Mustafa Kemal’e yaranamamıştı ve yeni bürokratik elit onu kuşkucu ve sıradan bir sahiplenme ile cumhuriyetin bekleme odasında tutuyordu. Kendisi de bu sebeple “ruhunu dinlendirecek bir çınar altı” olarak gördüğü Küçük Mecmua neşriyatındaki araştırmalara adamıştı, el üstünde tutulmayı beklerken, üvey evlad muamelesi görmüştü. 

Bu yazı, Ziya Gökalp’ın hayatını ya da fikri serüvenini değil, şimdilerde gündeme geldiği haliyle onun fikirlerinin Kürt ve Türk barışının siyasal bedeni haline gelip gelemeyeceğini sorgulayacaktır. Gerçekten de dikkatli gözlerin gördüğü üzere Bahçeli, ideolojik olarak Gökalp’in penceresinden Kürtlere beyaz mendil sallıyor, onun mefkuresini sulh zemini olarak sunuyor. Nitekim ona yakın kalemler “büyük mürşit”(2) olarak taltif ettikleri Gökalp’in mefkuresinin izinde yazılar yazıp, onu bir tür “barış ziyası” biçiminde güncellemekle meşguller. Peki ama Gökalp’in mefkuresinde Kürtlere yer var mı? Varsa nasıl bir yer?

Tarihler, Haziran 1904 yılını gösterdiğinde Yusuf Akçura, Kahire’de çıkan Türk gazetesine meşhur  Üç Tarz-ı Siyaset makalesini gönderip, kilit bir soru sormuştu: “Ben Osmanlı ve Müslüman bir Türk’üm. Dolayısıyla Osmanlı devleti, İslamiyet ve bütün Türkler menfaatine hizmet etmek istiyorum. Lakin siyasi, dini ve soyla ilgili olan bu üç toplumun menfaatleri müşterek midir?”(3)  

Tarihler bu sefer 1912 yılını gösterdiğinde Diyarbekir’li Ziya (Gökalp), biraz da Yusuf Akçura’nın  Üç Tarzı Siyaseti’ne katkı sunmak, hem de ona yanıt vermek bağlamıyla Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak makalelerini kaleme almıştı. Gökalp bu üç siyasal stili birbirleriyle muarız görmüyordu, tam aksine her üç fikri stilin birbirlerini belli ölçülerde tamamlayabileceğini öne sürüyordu. (4)

Tam yüz altı sene sonra tarihler 2018 yılını gösterdiğinde, Türkiye’de kurulan yeni hükümet tamı tamına Diyarbekir’li Ziya’yı teyit ediyordu. Haklı çıkmıştı, Malta sürgünü: Türkleşmeyi MHP, İslamlaşmayı AKP, Muasırlaşmayı Kemalist blok temsil ediyordu, bütün bunlar tek bir bedende bir araya gelmişti. Tıpkı mefkure sahibinin iddia ettiği üzere bu üç siyasi kavrayış (en azından şimdilik) birbirlerine muarız değildi ve birbirlerini tamamlamak üzere bir araya gelmişti. Ve çok daha önemli bir eşikte ve yine fikir sahibinin öngördüğü üzere Türkleşmek için, Türkleşmenin bekasını korumak ortak paydasıyla bir araya gelmişti. Bu üç tasavvuru birbirine lehimleyen paradigma ise, aşağıda genişçe anlatılacağı üzere fetih fetişizmi, genişleme merakıydı. Ancak tıpkı 1912 tarihindeki Türkçülük gibi günümüzdeki yeni Türkçülüğün en çetin imtihanı baş göstermişti: Kürtleri ne yapacaklardı?

Şimdilerde yenilenmeye, güncellenmeye göz diken milliyetçi, Türkçü elit bu sorunun kesin çözümü için Ziya Gökalp’in mefkuresini raftan indirmiş görünüyor. İyi de Gökalp’in bizzat kendisi hayattayken ve hayli kudretliyken çözemediği veya çözdüremediği bu sorunu ölü haliyle nasıl çözecek? Ne var ki Ziya Gökalp fikriyatının anılan kesimler için modüler olduğuna kuşku yok. Nitekim Gökalp demek, genişleme ihtimali demek, Ortadoğu’ya Türklüğün yeniden ekilmesi demek, hatta Türkçülüğün yeniden dönüşümü demek. Onun fikriyatı hem yeni rejimin teminatı hem de yeni rejimin tahkimatı için eşsiz olanaklar sunuyor. Buna şimdilerde Kürtlerle barışın imkanı da eklenmiş görünüyor. Sebep her ne olursa olsun Gökalp görkemli bir şekilde tarihe geri dönmüş durumda. 

Meselenin Kürt barışı ihtimali üzerine ilk elden düşünmeye başladığımızda, ister istemez Gökalp’in Kürt-lük tahayyülüne ve siyasal soykütüğüne bakmamız icap eder. Peşinen söylemek gerekir ki, Gökalp’in sosyal darwinist fikri sicili pek de umut vaad etmiyor. İmparatorluğun taşrası olarak görülen Diyarbekir’de iyi bir eğitimden geçmişti, Yorgi isimli bir Rum müderristen felsefe eğitimini almıştı. Aldığı eğitim onun idrakini zorlamış ve bu sebeple intihara dahi yeltenmişti. İş bu hal üzere kestirme ve nihai çözümlere apaçık meyyal ahlak sahibi olduğu, eğitim meselesinde baş edemediği konular sebebiyle gövdesini intihar şiddetine yatırmasından belliydi.

Öte taraftan dayısı olan Pirinçizadelerin koruması altındaydı şehirde ve bir mütegalibe kudretiyle büyümüştü. Diyarbekir kırsalında bir Êzidî aşiretin yağmalanması olayında rol oynamıştı, tıpkı dayıları gibi o da Milli Aşiret reisi İbrahim paşa ile sürtüşüyordu. Hatta postaneyi basıp, sultanı, müşteki havaleli dilekçe yağmuruna tuttuğunda siyasal hırsı da kendini belli etmişti. Güç merakı, statü arayışı ve otorite kurumlarına ilgisi ile rakiplerine nefes aldırmama istidadı daha imparatorluğun taşrasındayken bile barizdi.  

Meşrutiyet ilan edildiğinde Kürtlüğün yeni banileriyle de diyalog kurmayı öğrenmişti. Kürt Teavün ve Terakki Gazetesi ile yakın temas içindeydi. İddiaya bakılırsa dönemin önemli Kürt kalemlerinden Xelîl Xeyalî ile Kürtçe ve Kürtçenin grameri üzerine çalışma yürütüyordu.(5) Yani o sıralarda daha çok da bir taşra epiği olarak gelişen Kürtlüğe bigane kalmayarak, burada filizlenen yeni sosyolojiyi içerden tanımaya çabalıyordu. 

Daha sonra Rumeli taraflarına bir vesile ile geçtiğinde hayatı değişmişti. Gerçekten de Niyazi Berkes’in altını çizdiği üzere Selanik tarafına geçtiğinde “şiddetli bir ruhi dönüş geçirerek” neredeyse bir gecede kabuk yenilemişti.(6) Peki ne oldu da ufaktan Kürtlük havası soluyan Diyarbekirli Ziya birden, Türklüğe dümen kırıp Ziya Gökalp olmuştu? Kürtlükte bulamayıp da Türklükte bulduğu ne olabilirdi? 

Kürtlerle ilgili fikirleri de bu dönemlerde olgunlaşıyordu. Kürtlerin aşiret kültürünü bir ur olarak tasvir ediyordu, çürüyen ve çürüten bir ur olarak görüyordu. Kötücül urların kaderi elbette kesilip atılmaktı. Kürtleri medeniyet dışı, mefkuresiz, hastalıklı ve geleceği olmayan olarak görüyordu. Esasen Kürdistan’a baktığında bir halk değil; aşiret olanı, geri bırakılanı, şaki görüleni, şehirleşmemiş insan yığınlarını görüyordu. Kolonyal kaşifler gibi yazısız ve tarihsiz milletlerin, tarihin dışına atılması gereğine inanıyordu. Tipik bir sosyal darwinist söylemin içinden konuşuyordu, büyük balık, küçük balığı yutmalıydı ve küçük balık da kendi geleceği ve iyiliği için buna razı gelmeliydi. Küçük balık olarak gördüğü Kürtlere “temsil”i öneriyordu. Kültürel modernleşme ve İslami kuşatıcılığın komplike olanaklarıyla asimilasyonu bir kurtuluş reçetesi olarak önermekteydi. Tam da bu süreçlerde, kendi tabiriyle, kendisini ve İttihatçıları bir bahçıvan olarak görüyordu, Kürtleri ve diğer halkları ise bir bahçe olarak. Daha sonra Bauman’ın yetkinlikle bize gösterdiği üzere “bahçe-bahçıvan”(7) lügatı soykırım endüstrisinin show-room’u kısmına dahil olacaktı.

Nitekim kendisi de İttihatçıların ideolojik olarak radikalleşmesinde baş rol oynayanlardan biriydi. İttihatçıların merkezi umumisine seçilmişti ve ideolojik şubenin sorumlusu olmuştu. İttihatçıların politikaları için istatistik yaptırıyordu, istatistik tefsircisi olup; nereye, ne kadar Türklük ekileceğine dair expertiz raporları hazırlıyordu. Nihayet Babıali baskınından sonra İttihatçıların, Türk olmayanlara dönük uyguladıkları tam saha pres politikasının sorumlularındandı. O da bahçıvan kostümü giymek suretiyle bahçedeki “zararlı otları” kökünden kesmenin alasını teşkil eden soykırımın mimarlarından biriydi. Soykırım failliği sebebiyle Malta’ya sürgün edilmişti. 

Malta dönüşünde “kullanılan kirli bir peçete gibi kenara fırlatıldığını” fark etmişti. Küçük Mecmua dergisi çıkararak yeni hükümetin ilgisini çekmeye çalışıyordu. Çekti de; Lozan heyetinde yer alıp, burada olma gerekçesi olarak da “vatanımızda başka ırkta, başka dilde, başka dinde adam bırakmamayı en hayati iş” olarak gören Rıza Nur’un talebiyle (8) Kürt aşiretleriyle ilgili tetkikler yapıp, bunları raporlaştıracaktı. Bu dönemdeki yazıları ilginçti, Kürtçeyi Ortadoğu dillerinin içinde en zenginlerden biri olarak betimliyordu sözgelimi. Siyaseten de Kemalist içe kapanma politikasından hoşnut olmadığının ipuçlarını veriyordu. 

Kürtler için ne düşündüğü meselesi aslında çok da müphem bir mesele değildi. 1912 yılında ne düşündüyse 1924 yılında da benzerini düşünüyordu. Türklüğün esnetilmesinden yanaydı. Türklüğün kanunlarının,  muasırlaşmak İslamlaşmak üzerinden yorumlamayı öneriyordu. Muasırlaşmak üzerinden modern edevatlarla, vatandaşlık tasavvurlarıyla Türklüğün gevşetilebileceğini; İslam kardeşliği üzerinden Türklüğün, kolaylıkla Kürtleri hamledebileceğini düşünüyordu. Kürtleri en kötü ihtimalle Türklüğün bir şubesi olarak, asimilasyon odasında bekletmeyi vazediyordu. 

Burada sorulacak soru şudur: onun mefkuresi hiyerarşisizleştirilebilir mi ya da eşit iki halk realitesi onun fikriyatına sığar mı? Bu konuda iyimser olmak hayli zor. Yine de bütün dehşetengiz asimilasyonist kıvamına rağmen, onun mefkuresinde Kürt inkarı yoktur. “Kürdü sevmeyen Türk olamaz, “Türk’ü sevmeyen Kürt olamaz” diye düşünüyordu. Ne var ki bu karşılıklı hiyerarşikleştirilmiş sevgi ülküsünün kimyasının pek de uyuşmadığını yüz seneden bu yana yeterince deneyimlemiş bulunuyoruz. Yüz seneden bu yana sürekli arıza veren bu sevgi serenadının bundan sonra bizi mutlu mesud bir geleceğe taşıyacağını iddia etmek pek de kolay değil. Sevginin eğer eşitler arası değilse zulme dönüşeceğini görmek için bir yüz yıl daha mı beklemeliyiz?

Öte taraftan Gökalp, Türkçülüğü kolonyal bir mefkure olarak düşünmekteydi. Gökalp’in tarihe geri dönüşünün kodlarını da burada aramak daha doğru görünüyor. Türkçülük ayakta kalmak için genişlemeli fikri Gökalp’in fikriyatının kalelerindendi. Nitekim şimdiki Türkçü elitlere bakıldığında, Türklüğün önüne iki yol koyuyorlar. Onlara bakılırsa Türklük beka sorunu ile karşı karşıya ve Türklük ya küçülecek, ya genişleyecek. Türkçülüğün güncel merkezi genişleyerek beka sorununu hal etmeyi düşlüyor. Bugün Gökalp demek, fırsat demek, fetih iştahı demek, Türkçülüğü yeniden orta doğuya şamil kılmak demek.

Diyarbekir’li Ziya’nın Kazan’lı birine sorduğu şu soru, onun kolonyal kodlarını anlamak için hassaten önemli: “Türklük tek bir millet halinde mi kalacak, bir çok milletleri içine alan bir toplam haline mi gelecek?” Şu son zamanlarda Türklük iki cereyan halinde güncelleniyor. Gökalp’in sorusunun ilk halinde sebat edenler Kürtlere, Bahattin Şakir, Enver ve Talat Paşa ile geliyor. Diyarbekir’li Ziya’nın sorusunun ikinci kısmını önerip, Türklüğe yeni bir format atmak isteyenler, sorunun ikinci kısmına giriş için Kürtlerin kapısını çalıyor. Kürtlerle barış yapma ve yeni bir gelecek tahayyülü ileri sürenlere bakılırsa ikinci şık tartışılmayı hak ediyor. İyi de Kürtler neden ve ne için “bir çok milleti içine alacak olan Türklüğün bir toplamına” dahil olsun? Türklük siyaseti izleyenler neden Kürtlere, Türklüğün bir şubesini veriyor, Kürtler, neden Türklüğün bir acentesi olsun? Kapalı kapılar ardındaki pazarlıklar netleşmediği için buna dair tatmin edici şeyler söylemek güç. Ancak meselenin Türkçü ayağını ilgilendiren hususun genişleme iştiyakı olduğu görülüyor. 

Bir keresinde Gökalp kolonyal bir üslupla, misak-ı millici Kemalist siyasete ayar vermeye çalışarak şunları kaleme almıştı: “Milli Misak bize etnografik bir sınır çiziyor. Bu sınırın içinde kalan yerler Türklerle, Kürtlerin sakin olduğu yerlerdir. Milli programımız yeni topraklarımızın dışında hiçbir Türk köyünün kalmasına razı olmadığı gibi, hiçbir Kürt köyünün de ayrı düşmesine razı olamaz. Bundan dolayı Musul’da, Bağdat’ta, Kürtlerle yahut Türklerle meskun ne kadar yer varsa anavatana kavuşturmak vatan ödevlerimizin en mühimlerindendir.”(9)  Kürtlere dönük verilen sıcak mesajlardan murad edilen “vatan ödevi” ise, bu sulhperverlik lirizminin kabul görme ihtimalinin hayli zayıf olduğu açık değil mi?

Ancak yine de bir keresinde Namık Kemal’e selamla “çeşitli unsurlardan mürekkep ve Müslümanlıktan kuvvetini alan Osmanlı milleti, tıpkı bir Amerikan milleti gibi gerçek olabilir” diyordu. Bize Gökalp’i beyaz güvercin olarak sunan yeni Türkçülüğün banileri acaba Amerikan milletini veya sistemini konuşmaya hazır mı? Eğer değilse o halde hangi Ziya Gökalp diye sormak gerekecektir.

Ezcümle Gökalp’ı yakinen tanıyanlar bilir ki, o hayat boyu elinde üç anahtar ile dolaşmıştı, dördüncüsü yoktu. Anahtarın ilki Türkçülüğe aitti, Turan’ın kapısının anahtarını elinde tuttuğunu düşünüyordu. İkinci anahtar kitlesel şiddetin kapısını açıyordu, nitekim Ermenilere ve Süryanilere nihai çözüm kapısını açanlardan biri de kendisiydi.  Üçüncü anahtar ise Kürtlerin kapatılacağı asimilasyon odasının kapısıydı. Şimdilerde onun eline barışın anahtarını tutuşturmak için çaba harcayanlar, öncelikle diğer üç anahtar için inandırıcı bir özeleştiri yapmakla işe başlamalı.  

Hülasa Türklüğün Başına Gelenler makalesinde Diyarbekir’li Ziya, Sürûri’nin kendi hemşehrisi olan Refî-i Amidî’ye atıfla söylediği şu dize üzerinden meramını anlatmayı seçmişti: “Men ve tû her dû ne Şehriyem ki men Türk û tü Kürd (Ben Türküm, sen Kürtsün, ancak ikimiz de şehirli değiliz)”(10). Ona bakılırsa Şehri, ne Türk, ne Kürt, ne Arap, ne Arnavuttu. Bütün milletlere düşman bir heyetti. Bu heyet Arabı beğenmez, Kürdü istihfaf eder, Lazla eğlenir, Türkü tahkir ederdi.(11). Gün geldi, devran döndü, Gökalp ve düşüncesi bizzat Şehri oldu. Şimdilerde bize Gökalp’i beyaz sayfa biçiminde sunanlar, yukarıda bahsedilen dizeyi tersine çevirip, anayasanın bir maddesine dizenin şu güncel versiyonunu yazabilirler mi: “Ben Türküm, sen Kürtsün, ancak ikimiz de her bakımdan eşitiz”.   

Bu yazı nupel.tv'den alınmıştır